24 Ocak 2008 Perşembe

Can Yücel İle Söyleşi ve şiirleri

Can Yücel İle Söyleşi
Yaşadığım Hayatın Değişimleri Şiirimi Etkiledi
Doğan Hızlan
Aziz Can Yücel ilk sorumuz klasik bir soru: Şiir nedir? Tanımını yapabilir misiniz?
Benim görüşümce şiir, bir Sevinç oldu bittisidir. Ama bu her tanımda olduğu gibi eksik tanımdır.
Size göre şiir dedik zaten. Bizim için geçerli olan o.
Benim için bile eksik olabilir. O zaman konuşmayı sürdürdükçe tanıma unsurlar katarak, sürdürelim.
Bir iddia var. Buna katılır mısınız bilmem. Türk dilinde yapılan yenileşmeden, öztürkçeleşmeden sonra, şiirin kelime hazinesinde bir eksilme olduğu söyleniyor. Dilin yoksullaşmasına neden oluyormuş. Ne dersiniz? Doğru mu?
Doğru.
Öyleyse şiir sözlüğünün sayfaları azaldı demektir...
Doğru, çünkü şiir kelimelerle kurulan, tuğlamsı kelimelerle kurulan bir bünye olduğuna göre ve zaman içinde, serilmiş tuğlalar olduğuna göre, zaman kesintileri, hem nitelikçe hem nicelikçe bir fukaralığa doğru götürür şiiri. Belki düz yazıda aynı oranda görülmeyebilir bu fukaralık. Ama şiirde büsbütün ağırlığı ile ortaya çıkar. Şiir, emek-yoğun terimine benzeterek, anlam-yoğun, bir eylem olduğuna göre, buradaki fukaralık şiirin bünyesine de elbette ki yansıyacaktır. Türkçe'de savaş sözcüğünü hem muharebeye hem harbe karşılık kullanırsak, muharebeyle harp arasındaki ayrımı bilmez duruma düşmüş oluruz. Bu örneği vermemin sebebi, birbiri içinde olan şeyleri, geneli harp olan ve onun içinde yer alan bir durum olan muharebeyi aynı sözcükle karşılarsak, burada bir fukaralık kendiliğinden vardır.
Siz şiirlerinizde bu tür kelime ayıklamasından onun için kaçıyorsunuz.
Bunu benim kitap planımda sorarsanız, "Yazma" kitabımda, pek etki yoktu, çünkü ben o zaman İngiltere'deydim. Yani bu aşağı yukarı 46-50 arasıydı. Ama ondan önce, elbette Ankara içinde, o günkü geçer akçe şiir olan Orhan Veli'nin şiirine etkisi oldu. Ama ben 12 yaşımda falan şiire başladım. O zamanlar, aşağı yukarı ne oluyor, 38 dönemlerine rastlıyor. İlk başladığım zaman, etki yoktu gibi geliyor bana, yani ben bir nevi kendi yaşamımın çizgisi olarak şiir yazmaya başladım, yani bir bilgisizlik içinde. Ondan sonra Ankara'nın içinde elbette, Cahit'in etkisi oldu, Cahit Sıtkı'nın. Tanıştığım, okuduğum adamların etkisi oldu Ahmet Muhip'in. Evimize gelirdi, yakınıydım ben. Ahmet Muhip'i sevdim ilk bakışta. Bütün bunların etkisi dışında zannederim bir "Yazma" çıktı. O sıra bir yalnızlık, İngiltere'deydim. Okuduklarımı zannederim yarım okuyordum, Türkiye hasreti vardı. Bir mistik kitaptı. Ondan dolayı, hiç mistisizmle ilgisi olmayan o günkü şiirin ilk kitabım üzerinde pek etkisi olacağını sanmıyorum.
Ondan sonraki dönemlerde ne oldu?
Ondan sonraki dönemlerde, şöyle etki etmiş olabilir. Örneğin İkinci Yeni'nin benim için olumlu yanları vardır, bildiğim Avrupa şiirinin Türkiye'ye yansımış olması bakımından beni etkilemiş olabilir. Ve o değişiklikleri, şiirimizde organik değişiklikler olarak gördüğüm için elbette onlardan aldığım, esinlendiğim yanlar olmuştur. Ama genel olarak, bence İkinci Yeni yanlış bir tercüme harekatıydı. Bu yanlışlıktan arınması da epey süre aldı. Bu arada bir sürü şair kaynadı gibi geliyor bana.
Şair kaynadı dediniz. Kaynayanlar en çok hangi kuşak ya da akımdandı? Yoksa zayiatı en çok İkinci Yeni şairleri mi verdi?
İkinci Yeni'de, ortaya çıkanlardan bir sürü kayıp oldu. Ancak bunların içinden en dayanıklıları kalabildi. Arada tabii, şu bakımdan dialektik etkisi oldu. Moda olan şey moda olmayanı gölgeye düşürdüğünden ötürü, eskiden olumlu olan bir sürü şey de, boşa düştü. Tabii bunda tarihi olayların, içinde yaşadığımız tarihi dönemin etkisi de vardı elbet.
İkinci Yeni diye adlandırılan şiir, akımının gündemde olduğu zamanlarda 1940 şiiri pek etkin değildi. İkinci Yeni'nin hızlı devinimi 1940 kuşağına dönülme isteği mi uyandırdı? Genç kuşak için böyle bir diyalektikten de söz edilebilir mi?
Yeni nesli şöyle etkilemiş olabilir: Belki bir üslup ve şiir söyleyişi bakımından bir takım katkıları olmuş olabilir.
Katkıyı sadece biçimsel açı olarak sınırlayabilir, kısıtlayabilir miyiz?
Biçimsel bir katkı olmuş olabilir. Yalnız ben bir hayat tarzı olarak İkinci Yeni'nin Türk toplumuna çok bir şey getirdiği kanısında değilim. Biraz derkenar bir harekâttı.
Peki 1940 kuşağı konusunu biraz daha deşelim. 1940 kuşağı şiirinin, şiirinize ve toplumcu gerçekçi edebiyatımıza önemli oranda etkilerde bulunduğu kanısında mısınız? Üstelik o dönemde bu şiirin unutturulmak istendiği iddiaları var. Bu iddialar gerçek olabilir mi?
Valla, 1940 kuşağı genel olarak Nazım'a bağlı bir kuşaktır. Nazım ki Ekim Devrimi ile, İstiklal Harbi çıkışından köklenen şairdir: Bu ikisini yan yana getirebilen zaman birleşimi bakımından, bunu dile getirme bakımından, ayrı bir çıkış noktasıdır.
40 kuşağı ise, Nazım'dan köklenen fakat İkinci Dünya Harbi arifesi ve içi kuşağıdır. Burada çeşitlemeler olmuştur. Şairlerine göre. Kimisi Ahmet Arif'te olduğu gibi yerel yörel dil içinde bunu kullanmıştır. Kimi Nazım çizgisinde kullanmıştır. Kimi A.Kadir, Enver Gökçe gibi daha başka özellikleri ile donanma özenisiyle hareket etmişlerdir. Elbette Arif Barikat gibi arkadaşlar da bu işin
içindedir. Ama şöyle denilebilir: Orhan Veli ve arkadaşlarının çıkışı bu akımı biraz boşa düşürmüştür. Ama bu sonuna kadar bir haksızlık konusu değildir. Buradaki şairlerin kendi kabiliyetleri ve becerileri de söz konusudur. Hiçbir büyük şiir bir başka akımın gölgesi altına düştüğü için sonuna kadar bir haksızlığa uğramıştır diye kategorik hüküm ve yargı verilemez.
Divan şiirinden en çok sözü edilen dönem İkinci Yeni dönemi. Çoğunlukla ikisinin de biçimci bir şiir olduğu tezi ortaya atıldı, bu karşılaştırma sonucunda da arasında 'Çeşitli benzerlikler, paralellikler kurulmaya çalışıldı. Böylesine yüzeyde bir bağlantıyı kabul eder misiniz? Gelin soruyu biraz daha ayrıntıya indirelim. Divan şiiri sizce sadece biçimci bir şiir olarak tanımlanabilir mi?
Yoo... Tarihsel bünyedir. Tarihsel bünyenin kendine göre elbette dönemleri olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde yaşadığı dönemlerden, şiire yansıyan dönemlerdir bunlar. Bunun için de ayrıntıları ile Divan şiiri diye şiir tarihinin büyük bir parçası anlatıldığı zaman, bunun ayrıntılarına girmek gerekir. Bu bizim, içinde yaşadığımız kuşaklarca, iyi bilinmediğinden ötürü toptan, blok olarak alındı. Toplu suçlamaya ve toplu beğenmeye doğru gidildi. Ondan dolayı yanlıştı. Hiçbir eleştirmen -Nurullah Bey hariç- tarihi kategoriler içinde değerlendirmedi, Nurullah Bey kendi zevkine göre konuşan bir insandı. O da kendine göre haklı.
Ama bizim kuşaktan hiçbir yazar, şair, Divan edebiyatını, kendi içindeki çelişkiler, kendi içindeki bünye farklılıkları bakımından eleştirmiş değil. Onun için de, sözüm ona bu biçimselliği, sanki Orhan Veli şiirine karşı çıkmak için Divan edebiyatı ayrı bir ölçü içinde bütünmüş, blokmuş gibi ortaya sürüldü. Örneğin Attila İlhan da bu sefer Nazım şiirine aynı ayrıntıya girmeden karşı çıkardı. Halbuki işe biçimsel olarak bakıldığı zaman Nazım şiiri sesli şiirdi, yüksek sesle okunan şiirdi. Orhan Veli şiiri masada fısıltıyla okunan şiirdi. Ama İkinci Yeni de yine yüksek sesle okunmayan bir şiirdi. Dolayısıyla aralarındaki farklar bakımından, kesinlikleri ortaya koyucu, akım belirlemeleri yapılmadı.
Peki böyle bir şeyin kurulmayışı, şiir geleneğimizin zincirinde halka eksikliği yaratmıyor mu?
Yaratıyor. Boşluğa bir sürü şair düşüyor. Ondan sonra şu başlıyor, Derhal günceli arayan, kesin günceli arayan yiğitlemeler, söz konusu olmaya başlıyor. Ama bu yiğitlemeler toptan yanlıştır, demiyorum. Bunlardan da iyi şeyler çıkabilir. Ama yiğit olma, her şey olma, şair olma demek olmadığına göre, yiğitleme de bütün şiiri içine alan bir çıkış olmayacak. Pir Sultan Abdal da yiğitleme yazmıştır. Ama Pir Sultan bundan ibaret değildir.
Bir kesim genç şairleri okuduğumuzda aziz Can Yücel, genç kuşağın bu yiğitlemelerde bir tekdüzeliğe biçimde ve içerikte şematikliğe düştüğü görüşüne katılır mısınız? Şairi kişisellikten uzaklaştıran bir tavır, blok bir şiir ortaya çıkıyor. Ne dersiniz? Böyle bir şey var mı?
Buraya kapılanlar var. Yenileyin yeni bir kıpırtı da var. Bu kıpırtı şimdi anlatacağım olguya paralel bir kıpırtı sayılabilir. Hatta konuşmamın başında dilde sadeleşme, Türk Dil Kurumu harekatının yanlışına değinmiştik. Ama bu yanlışlık Türkiye çapında kentleşme sürecine paralel olarak, köyün kentle kaynaşması olayına yol açtı ve dilde hiç bir otoritenin, şimdiye kadar öngöremediği bir değişme söz konusu oldu. Yani Anadolu'nun çeşitli yörelerinden çeşitli bölgelerinden, kesimlerinden gelen insanlar aydın konumu içinde, konuşmaya başladılar. Ve bu konuşma, bizim romancı olarak, şair olarak, eleştirmen olarak, dilde hiçbir otoritenin öngörmediği bir çeşitlilik ve zenginlik getirmeye başladı. Şiirde oldu, zannederim romanda da olacak bu. Çeşitli yaşam ölçüleri bizim edebiyata girmeye başlıyor. Şiirde de böyle bu. O zaman köy romanı gibi, köyü standart mekan sayan ölçüler yerine, bu köy ve kent birliği içindeki mekiğin iyi dokunmasından başveren hız, şiirimize girmeye başlıyor. Bu, önümüzdeki dönem, zannederim bu sürecin daha belirgin olarak ortaya çıkma dönemi olacak.
Gelelim halk şiirine... Halk şiiri geleneğinden bugün ne ölçüde yararlanma olanağı var?
Benim gördüğüm kadar halk şiiri hiçbir zaman yöresel bir şiir olmamış. Yoğun mihrakları var, odakları var. Çukurova odağı gibi, Sivas, Ege, Rumeli odağı gibi. Bu odaklar çoğaltılabilir. Fakat genel olarak halk ozanı seyyar adamdır. Seyyar adam olduğu için yerelliğini kolay yitiren, hiç değilse yerelliğine, Osmanlı'nın, Anadolu'nun genelliğini katmasını bilen bir biçim ve anlam bünyesi içinde konuşur. Dolayısıyla halk şiirinin bugünkü yeri, bu geleneğin daha hızlanması anlamını taşıyacaktır. Çünkü mekik daha hızlı dokunmaya başladığına göre, kent-köy birliği daha hızlı iç içe geçmeğe başlayacağına göre, halk şiirinin bize bu bakımdan büyük yararı olabilir. Ben biçimler bakımından söylemiyorum. Koşmayı, maniyi biçimsel olarak değerlendirmiyorum. Ama anlam olarak, Türkiye köyünün kent üzerindeki ağırlığı büyümekte bugün. Kentleşme köyün kentleşmesi değil, aynı zamanda kentin, bir bakıma, köyleşmesi değişimini içinde taşıyor.
Mesela şöyle söyleyebiliriz. Bu günlerde yazılı sözlü edebiyat diye, Yaşar Kemal'in başlattığı bir tartışma var. Yaşar, kendi bakımından haklı, Yaşar bir meddah geleneği içinde konuşuyor. Ve Yaşar'ın yazılı edebiyat üzerinde sözlü edebiyatın önemini vurgulaması, kendi bakımından gayet haklı. Öyle olmayan yazarlarda bulunabilir. Mesela Melih Cevdet, hiçbir bakımdan uğraşı bu olan yazar değil. Ama bu meddah geleneği, Yaşar'a bir sürü şey katmıştır. Bir sürü şeyi de belki almıştır. Yaşar, meddahın uzun süreleri içinde konuşmayı öngörmektedir. Kendisi için. O kendisi bakımından haklıdır. Bu, bazı arkadaşlarımızın gördüğü anlamda bir roman anlayışına uygun olmayabilir. Ama, bu Yaşar'ın kendi özgünlüğü içinde, incelenmesi ve değerlendirilmesi gereken bir özelliktir. Bir hikaye anlattılar geçen gün: "Şeytan, kürt hamalını aldatma" için, sırtına binip gezeyim istemiş. Ben bir şarkı okuyacağım demiş sen de beni o süre içinde sırtında taşıyacaksın demiş. Sonra bitince sen beni taşırsın demiş. Binme sırası kürt hamalına gelince, o uzun hava okumaya başlamış. Şeytanın iflahı kesilinceye kadar. Yaşar'ın romanı da şeytanın sırtına binip uzun hava okumak gibidir.
Güncel dediniz. Habire tartışılıyor, bu kavram enine boyuna çekiştiriliyor. Günceli yazmaktan neyi anlıyorsunuz siz?
Güncel dediğimiz aslında içinde yaşadığımız, hayatta geçen olayların sanat eserine de alınması anlamına. Aktüel şeyler yani. Bence asıl önemli olan şey, şiire tarihsel anda yoğunluğu olan, olay haline getirmek. Güncel, bunun içinde, bir başlangıç noktasıdır. Şiir, bir dünya görüşünün, tarihsel an içine yerleştirilen ve kurulan olay demektir. Güncel bunun için sadece başlangıçtır. Güncelin üzerinde durma, bunun geneli içindeki yerini bulmak, için harcanan çaba olması gerekir. Yoksa politika ile şiir arasında hiç bir fark kalmaz. Ama öyle anlar olur ki, öyle değişim yoğunlukları olabilir ki, -politikayla şiirde de sanat da atbaşı gidebilir. Güncellikle tarihsellik yanyana gelebilir. Ama her anda, bu birleşim oluyor demek değildir. Öyle anlar vardır ki bu ikisi birbirinden kopabilir. Mayakovski en büyük örneğidir bunun. Ekim devriminde adam bu ikisini birleştirdiğinden ötürü, eski düzenin parçalanışıyla kozmik parçalayıcı yanyana gelmiştir. Ama bir süre sonra, devrim kendi düzenine girip bu parçalayıcılıklar, kuruculuklar sürecine girdiği anda bu birlik kopmuştur. Ve Mayakovski de ondan dolayı kendini berhava etmek zorunda kalmıştır.
Bizim edebiyatımızda da kurtuluş Savaşı'ndan sonra oluşan bir tür güncel şiirden söz edilebilir mi?
Bunun iki büyük örneği var. Bir olumsuz bir olumlu örnek. Mehmet Akif olumlu örneği. Behçet Kemal olumsuz.
Şiir tarihimizde bazı şairler çok değişime uğratmışlar şiir sanatlarını. Şiir dünyalarını rüzgârlı bir bayırda bırakmışlar, esintiler şiir güllerini o yana bu yana çevirmiş. Sizin şiirinizde böyle özü alıp götüren bir değişme yok. Temada da, edada da... Ama gelişme sözcüğünü rahatça kullanabilirim kullanayım mı? Bu yargı doğru olabilir mi?
Bir bakıma olabilir, bir bakıma olmayabilir. Bir bakıma olur çünkü, kesinlikler üzerine, fırlamalar üzerine hareket ettirdim şiirimi. Benim şiir duygunluğumu, geliştirme üzerine aldım. Ama yaşadığım hayatın değişmeleri, benim şiirimi etkiledi. Denilebilir ki T.S. Eliot'un dediği gibi, bir nevi nesnel karşılamaların elbette şiirimde-bu eleştirmenlerin vereceği yargıya bağlıdır.-Ya ileriye ya geriye dönük etkileri olmuştur. Ama tekelde ben bir şairin kendi bütünlüğü içinde zor değişeceği kanısındayım. Bu da sanırım büyük değişiklik geçirmiş gibi görünen şairlerde dahi iyi incelendiği zaman belirecektir. Belli bir metin eleştirmesi başlayınca görülecektir ki, aslında belli bir şiir çizgisi vardır. Belli bir şiir kişiliği vardır. Bu şiir kişiliği, kolay değiştirilecek bir şey değildir. Çünkü insan çocukluğuyla başlayan bir doğrultuda yürür. Dolayısıyla şurdan şuraya atlama şiir çok güçtür. Bir sürü -adı lazım değil- şairlerimizin değişmelerine dikkat edin. Bir böyle gider, bir öyle gider, sonunda işin muhasalasına, bütününe baktığı zaman, yine temelde aynı şairdir, aynı kişidir. Eğer kendine ihanet etmiyorsa. Gerçeği budur. Üslup meselesi değil yani. Picasso her zaman Picasso'dur.


ŞİİRLERİ


Can Yücel
Kayıp Çocuk
Erdal Doğan
"Ben 7 yaşında, 70 yaşında gibi hissettim kendimi. 70 yaşında da kendimi 7 yaşında gibi hissediyorum. Bundan dolayı iş karışık... Belli bir yaştan sonra insanda çocuklaşma demeyeyim de, dünyaya çocuk açısından, çocuk gibi bakma ihtiyacı doğuyor. Zaten bazı şeyler de ancak çocukça anlatılabilir geliyor bana." Bu sözler, Can Yücel'e ait. Çocukluk düşlerini bütün bir ömrüne yayan, çocuğun dokunarak öğrenmesi gibi hayata sürekli dokunmaktan kendini alıkoymayan, çocukça bir cesareti yüreğinde taşıyan Can Yücel'e...
"Kanserli ülke"nin kanserden ölen şairi ilk kitabı 'Yazma'yı, "özel bir teşebbüs halinde"de kalsa 1950'de yayınlar. Garip şiiri etkisinin gözlendiği 'Yazma'yla birlikte uzun bir süre ara verir, kitap oylumunda okur karşısına çıkmaya; 'Sevgi Duvarı' (1973) ve 'Bir Siyasinin Şiirleri' (1974) ile, doğrusu 'şaşırtıcı' bir dönüş yapar. Bu şaşırtıcılığı yirmi üç yıllık bekleyişin ardından günümüze değin sürer. "Çatal yürek" düştüğü türkülü yollarda on birinci şiir kitabına 'Seke Seke'yle ulaşır devamı da gelir. Can Yücel, okuru şaşırtmayı seven bir şairdir. Şiirin, her türlü birikimle birlikte aynı zamanda 'buluş'da olabileceğini hem kendi şiirlerinde hem de 'Türkçe söylediği' çeviri şiirlerinde gösterir. Onun şiiri üstüne yapılan çalışmalara dikkat ettiğinizde, 'şairin zekası'na vurgu yapmayan bir yazı göremezsiniz. Zekası, hayranlık uyandırır. Sözcüklerle yaptığı ustaca dansa değinilir, sürekli. Neresinden bakılırsa bakılsın şaşkınlık ve hayranlık, onun şiirine yaklaşımda kaçınılmazdır. Her hayranlığın uyandırdığı sevgi gibi Can Yücel şiiri de, okuyanı sevgiyle kuşatır. Aslında bu, "öfke ile sevgi arasında çırpınan bir çelişkinin" yansımasıdır. Böylesi bir çelişki içinde yaşadığını itiraf eder. "Şiirlerimle de, siyasamla da, bana enerji, akıl ve yaşama sevinci veren şey, öfkeyle sevincin çelişkisi", der. Can Yücel şiiri bu nedenle lirik ve bu nedenle de siyasaldır. Dünya görüşünü şiiriyle buluştururken, sokağın diliyle şiir arasındaki sınırları kaldırır. Türk şiirinde 'toplumcu şiir' anlayışının onunla birlikte yeni bir değişime tanık olduğunu, deyim yerindeyse, bu şiir anlayışına 'ince bir ayar çekildiğini' görürüz. Yeni söyleyişler dener; eleştirel söyleyişinin yanısıra argonun şiirlerinde belirgin bir yer edindiği izlenir. İronim bir kale inşa eder. Onun için sokak, ihmal edilmemesi gereken bir alana dönüşür. 'Şimdi'ye bütün bu parçaları birleştirerek yaklaşır. Şiirin güncel olana müdahale gücü Can Yücel'de kendini bulur. "Bütünselliğin dışında şiir yoktur. Hayat ve ölüm de bütündür. Şiir bu bütünden çıkan büyük çılgınlıktır. Çok ağır geçen hayatımızın içinde ironi, bütünselliği bozmayacak ana çaredir. Bir direnç kahkahasıdır. Bence kahkaha çiçekleri yaratmak Baudelaire'in 'Şer Çiçekleri'nden daha iyidir. Hiç olmazsa, kahkaha çiçeklerinden LSD yapılır."
Çağdaş yaşamın gizlenmiş gerçekliklerini, okurunu gülümsete gülümsete açığa çıkaran bir şiiri yazar Can Yücel. Öfke bastırılmıştır, sevinç bastırılmıştır ve insani olan birçok şey 'ayıp' sayılmıştır terbiyeli coğrafyamızda. O ise, "ne kadar kötü kokuyorsak o kadar iyi" diyebilmiş, gizlenen gerçeklikleri şiirinde harmanlarken, hayatın kederli yüzüne ayna tutmuştur. Son kitaplarına kadar, neredeyse başkalarının şiirlerini yazar sürekli. Onların öykülerini şiirle söyler. 'Öldükleri zaman' onlara şiir yazar. Ne kadar devrimci ise o kadar romantik bir şairdir. Sıkı sıkıya bağlıdır hayata. Orada incinir, orada sevinir, orada söver ve üzümü şaraba orada dönüştürür çünkü. Şiirinden ayrı düşünülemeyecek bir yaşam, yaşamından ayrı düşünülemeyecek bir şiir evreni kurar kendine. Yaşamını, en güzel şiiri olarak niteler. İnsana yabancı olmayanı arar. Hiçbir zaman umudunu kaybetmez. Ona göre insanla ilgili bütün gerçekler içinde bir mucize vardır. Bu, mucize umudu getirir. Bütün karmaşasına rağmen hayatı en yalın bir dille söyler, ama çok farklı anlam katmanları yükleyerek. Şiirin onu bulmasını beklemez, o şiirini bulur, hayat onu yeterince esinler. Esin kaynağını yoğun yaşamak ister, bu nedenle 'gün'e bağlıdır. Gün, yoğun yaşanmalıdır. Bu yoğunluk zaman kavramını da anlamlı kılar Can Yücel şiirinde.
Hasan Bülent Kahraman, şairin ölümünün ardından yazdığı yazıda (14 Ağustos 1999, Radikal gaz.), Can Yücel'in Türk şiirine üç şeyi öğrettiğine ve şiiri, 1940 kuşağının yapay halkçılığından kurtardığına değinirken bir ilke dikkat çekiyor: "Onu, ilk kez gerçekten sokağa çıkardı ve gündelikle buluşturdu. Hayata yabancı olmayan hiçbir şey şiire de yabancı olamazdı! Bu çaba, elbette onun dünya görüşü ve siyasal anlayışının bir uzantısıydı. İlginç bir şey deniyor ve siyasalın şiire bir yukarıdan bakışla, bir 'diskur'la değil, nesneye ve olaylara dokunarak girebileceğini öğretiyordu."
Kahraman'a göre "Yücel'in şiiri, bütün eylemci yanına karşın oldukça entelektüel ve Batılı bir şiirdi. Üstelik, gündeliği kuşatan şiir ne romantizme yabancı olmalıydı ne de ütopyaya. Kaldı ki, şiirin büyük kanavasını oluşturan devrim bizatihi hem romantik hem de ütopik bir kavramdı. Can Yücel şiiri dile açıyordu. Dilin dehlizlerine salıyordu onu. Sözü en çok somutlaştırdığı anda dahi şiir imgeden kopmamalıydı. Dilin karanlık ilişkileri, sözcüklerin karanlık yüzü ise doğrudan birer imge olabiliyordu. O zaman küfür ve argo şiirin 'can' damarıydı. Ayrıca dil ve söylem bir tavır ve duruşa tekabül ediyordu ki, bu siyasaldı. Hayata adanmış bir şiir ancak hayatı yaşama biçiminden çıkabilirdi. O nedenle: hayatı şiire şiiri hayata taşıyan Can Yücel'in tavrı şiir ve şiiri tavırdı." Belki de bu nedenle, Can Yücel şiiri, tüketilmesi güç bir şiirdir. Gerek tavrı, gerekse bütünlüğü koruyabilme yeteneği, onun şiir dilini kolay tüketilen bir dil olmaktan çıkarır. Çünkü bu şiirden ne imgeyi ne siyasal düşünceyi ne de argoyu eksiltebilirsiniz. Bunun sonucudur ki, şairin kaleminde günlük olan, pekala kalıcı da olabilir, zamana yayılabilir. Şiirlerinde imgenin gücü, çok sevdiği hayatı yeniden yaratmada ortaya çıkar, bir başka şairi, eski bir kenti yeniden diriltir, yıllar sonra da 'başka türlü bir şey' istemeyi sürdürür:
Yaldızdan bir ruhun cesediyim
Atina'dan bakıyor bana bir uskumru
W.B. Yeats gelmiş de sanki
Çözülmez harfler masasına
Eski Bizans'ı diriltiyoruz
On ikinci uzolarla uzaya doğru
Kara bir kedi ciddi köşeden
Sardunyalar uzuyor bulutlara bakarcasına
Can Yücel şiiri, elbette hayata adanmış bir şiirdir, hayatsa yalnızca kentten ibaret değildir. Yok saymadığı, gözardı etmediği bir kır dünyası vardır Yücel'in. Kır imgesinin barındırdığı zenginliğe kapalı tutmaz şiirini. Sardunyalarla, günebakanlarla, papatyalarla, turnalarla 'rengahenk' bir dünyayı karşımıza çıkarır. Günceli son derece önemseyen şairin, neredeyse hiçbir güncelliği kalmamış, unutulmuş, kaybolmuş çiçekleri, börtü böceği okuruyla tanıştırdığı bir dünyadır bu. İki kutba ayrılmış dünyalar arasında şaşırtıcı benzetmeler ve göndermelerden, belki de kır karşısında duyduğu şaşkınlık nedeniyle hiç vazgeçmez: "Bitkilerin nasıl çiftleştiğini seyrederken ağlıyorum... Derken, aklıma geliyor Güler'le ilk seviştiğimiz. Orda da ağladığımı gülerek hatırlıyorum."
'Seke Seke'... Can Yücel, ilk kez bu kitapla, daha çok kendi ölümü üzerine yoğunlaşır. Onun kır ya da 'doğa'yla yakaladığı mistik hava ilk şiirlerinde olduğu gibi son şiirlerinde de egemendir. Her ölüm gerçekten yalnızdır. Kendine ve kendinden sonra her türlü pisliğine rağmen o güzelim hayatı sürdürecek olan yeşillere, allara seslenir Bakış şiirinde adeta:
Aynada bakma yüzüme
Başkalarının gözlerinin içine bak
Köpeklerin gözlerine bak
Kedilerin gözlerine bak
Ne kadar masum
Ne kadar mahzun
Ama birden birebire rüzgâr esiyor
Sardunyalar açıyor
Kekikler kokuyor
Aynada bakma yüzüne
Ağaçların gözüne bak
Duvarların gözüne bak
Manavgat'a
Gözlerime gözlerime bak
Dünyanın gözlerine bak
Kendine aynada bakma
Sen öleceksin sonunda
Dünyanın gözleri kalacak
Kederlidir Can Yücel, ölecektir sonunda, fakat şiirlerinde yeşerttiği umut büyüktür, bu yüzden samimidir kendi ölümünde de. 'Yeni Yıl' şiirinde 'ölüm'ü masaya yatırır. Üstelik tartışır da. Nedir ki ölmek? Belki de "yok olmaktır bir ara". Çocuk sorular, ölüme yönelir, bulunan her yanıt yeni sorular doğurur. Ve kendi 'Cenaze Türküsü'nü yine kendisi söyler:
Kendi kendimi sakınıyorum
Sıkılıyorum
Ömür, uzun ömürlü bir kutu süt
Tezelden gitmeli bari
Kalafatsız bir kayık içre
Çaparide tutulmuş yetmişinci izmarit olarak
Bu kültabağına bastırılmak üzre.


















Buluşmak Üzere
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor-
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
Can Yücel












Hayatta Ben Ençok Babamı Sevdim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardanbitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici-hep, hepp acele işi!-
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40'ı geçerse ateş, çağ'rırlar İstanbul'a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ'mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy'nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Can Yücel






















Akdeniz Yaraşıyor Sana
Akdeniz yaraşıyor sana
Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun
Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında
Hiç dinmiyor motorların gürültüsü
Köpekler havlıyor uzaktan
Demin bir çocuk havladı
Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine
Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir
Denizi tokmaklıyor balıkçılar
Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak
O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği
Hayatta yattık dün gece
Üstümüzde meltem
Kekik kokuyor ellerim hala
Senle yatmadım sanki
Dağları dolaştım
Ben senden öğrendim deniz yazmayı
Elimden düşmüyor mavi kalem
Bir tirandil çıkar gibi sefere
Okula gidiyor öğretmenim
Ben de ardından açılıyorum
Bir poyraz çizip deftere
Bir ada var sırf ebabil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım günler
Gümüş bir çevre oldu ömrüm
Değince güneşine
Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını
Gözlerim kamaşınca senden
Ölüm belki sularından kaçırdığım
O loş suda yıkanmaktır
Durdukça yosundan yeşil
Kulaç attıkça mavi
Ben düzde sanırdım yıkıntım
Örenim alkolik asarım
Mutun doruğundaymışım meğer
Senle çıkınca anladım
Eski Yunan atları var hani
Yeleleri bükümlü
Gün inerken de öyle
Ağaçtan izdüşümleriyle
Yürüyor Balan tepeleri
Yürüyor bölük bölük can
Toplu bir güzelliğe doğru
Kadınım Yaraşıyorsun sen Akdenize
Can Yücel

Hiç yorum yok:

 
eXTReMe Tracker