24 Ocak 2008 Perşembe

İstiklal Marşı`mızın Hikayesi

İstiklâl Marşı Niçin Yazıldı?

Trablusgarp, Balkan, Çanakkale, Yemen ve Millî Mücadele... Bire dörtle, bire on arasında ve amansız bir döğüş...Dünyanın en güçlü devletleri üstümüze çullanmış...Anadolu insanı masum bir ceylan... Mehmetcik ise sanki can pazarında; cepheler ölüme koşu beldesi olmuş. Her Mehmet göğsünü serhat, yüreğini kalkan yapmış. Ama nereye kadar? Tarihin kanlı seyrine can borcumuzu, kan borcumuzu ödemişiz.

İnsanın da bir tahammül gücü var. Zor'u başarır, olağanüstüyü yaparsınız belki ama sürekli değil. İşte söylemesi dilimize zor gelse de vakıa artık bir yılgınlık başlamıştır. Bu yılgınlığın, tıpkı közün üstünden külün üflenip savrulduğu gibi atılması gerekmektedir.Yeniden bir kendimize geliş şarttır. İnsanları heyecanlandıracak, gönülleri coşturacak; gözlerde damla damla yaşlar sıralayacak bir manevi atmosferin oluşturulması zaruridir. Körükle basılan havanın demiri erittiği gibi, insanımızı "vatan, millet, bayrak, sancak istiklâl sevdası" gibi kutlu bir amaçta birleştirip, yüce bir potanın içerisinde tek yürek, tek beden olmuşçasına dirilten millî bir inkılâba ihtiyaç vardır.

O zaman insanlar cephelerde yeniden ayyuka kalkar; herkes erkek kadın kız-kızan evlerinden düşmanla kavga için tekrar koşarlar.

Bunu da ancak şiirin enfüsî, kelimelerin hikmet yüklü sıralanışıyla yapabilirdiniz.

İşte İstiklâl Marşı bu amaçla yazdırılmak istenmiş ve yarışma açılmıştır.

Yarışma Açılıyor

Trablusgarp, Balkan, Çanakkale, Yemen ve Millî Mücadele... Bire dörtle, bire on arasında ve amansız bir döğüş...Dünyanın en güçlü devletleri üstümüze çullanmış...Anadolu insanı masum bir ceylan... Mehmetcik ise sanki can pazarında; cepheler ölüme koşu beldesi olmuş. Her Mehmet göğsünü serhat, yüreğini kalkan yapmış. Ama nereye kadar? Tarihin kanlı seyrine can borcumuzu, kan borcumuzu ödemişiz.

İnsanın da bir tahammül gücü var. Zor'u başarır, olağanüstüyü yaparsınız belki ama sürekli değil. İşte söylemesi dilimize zor gelse de vakıa artık bir yılgınlık başlamıştır. Bu yılgınlığın, tıpkı közün üstünden külün üflenip savrulduğu gibi atılması gerekmektedir.Yeniden bir kendimize geliş şarttır. İnsanları heyecanlandıracak, gönülleri coşturacak; gözlerde damla damla yaşlar sıralayacak bir manevi atmosferin oluşturulması zaruridir. Körükle basılan havanın demiri erittiği gibi, insanımızı "vatan, millet, bayrak, sancak istiklâl sevdası" gibi kutlu bir amaçta birleştirip, yüce bir potanın içerisinde tek yürek, tek beden olmuşçasına dirilten millî bir inkılâba ihtiyaç vardır.

O zaman insanlar cephelerde yeniden ayyuka kalkar; herkes erkek kadın kız-kızan evlerinden düşmanla kavga için tekrar koşarlar.

Bunu da ancak şiirin enfüsî, kelimelerin hikmet yüklü sıralanışıyla yapabilirdiniz.

İşte İstiklâl Marşı bu amaçla yazdırılmak istenmiş ve yarışma açılmıştır.

Yarışma Açılıyor

İşte o günlerde, "Genel Kurmay Başkanlığının" isteği üzerine, Millî Eğitim Bakanlığı 7 Kasım 1920'de gazetelere verdiği bir ilanla "İstiklâl Marşı için müsabaka açıldığını, güfte ve beste için 500'er lira mükafat konulduğunu bildirdi"

Yarışmaya katılan şiirler memleketin dört bir yanından gelmeye başlamış, beşyüzü aşmıştı.

H. Basri ÇANTAY şöyle devam ediyor:

Bu marşın M. Âkif tarafından yazılmasını kendisine söylediğim zaman O:

– Ben ne yarışmaya girerim, ne de ödül alırım,cevabını vermişti.

Ricalarımı tekrar ettikçe:

– Bırak yazsınlar. Bu yaştan sonra yarışa mı çıkacağım. Ayıp değil mi ? diyordu.

Bir gün Meclis'te H.Suphi Tanrıöver (Maarif Bakanı), beni gördü. Dedi ki:

– Şimdiye kadar yarışmaya 500' den fazla şiir geldi(M. Akif'in yazdığı dahil toplam 725). Gelen şiirlerin hiç birisini beğenmedim; İstiklâl Marşı'nı yazması için, Üstad'ı ikna edemez misin? diye sordu.

– Âkif Bey müsabaka şeklini ve ikramiyeyi kabul etmiyor. Eğer buna bir çare ve şekil bulursanız yazdırmaya çalışırım. Düşündü:

– Dur, dedi; ben kendisine bir tezkire yazayım. Arzusuna tabi olacağımızı bildireyim. Fakat bunu kendisine siz veriniz

Bundan sonraki gelişmeler ise şöyle oldu:

Meclis'te Âkif'le yanyana oturuyoruz. Çantamdan bir kağıt parçası çıkarıp ciddi ve düşünceli bir tavırla sıranın üstüne kapandım.

– Neye düşünüyorsun Basri?

– Mani olma işim var!

– Peki, bir şey mi yazacaksın?

– Evet.

– Ben mani olacaksam kalkayım.

– Hayır! Hiç olmazsa ilhamından ruhuma bir şey sıçrar.

– Anlamadım.

– Şiir yazacağım da...

– Ne şiiri?

– Ne şiiri olacak, İstiklâl şiiri. Artık onu yazmak bize düştü!

– Gelen şiirler ne olmuş?

– Beğenilmemiş.

– (Üzüntüyle) Ya!?

– Üstad bu marşı biz yazacağız.

– Yazalım ama şartları berbat!

– Hayır şartları filan yok. Siz yazarsanız müsabaka şekli kalkacak.

– Olmaz, kaldırılamaz, ilan edildi.

– Canım Vekâlet buna bir şekil bulacak. Sizin Marşı'nız yine Meclis'te kabul edilecek. Güneş varken yıldızı kim arar?

– Peki bir de ikramiye vardı.

– Tabi alacaksınız!

– Vallahi almam!

– Yahu latife ediyorum. Onu da bir hayır kurumuna veririz. Siz bunları düşünmeyin.

– Vekalet kabul edecek mi ya?

– Ben H. Suphi Beyle görüştüm. Mutabık kaldık. Hatta sizin namınıza söz bile verdim!

– Söz mü verdiniz, söz mü verdiniz?

– Evet!

– Peki ne yapacağız?

– Yazacağız!

(Buradaki yazacağız sözünden muradın, Âkif'e ithafen "Yazmalısın!" manasında söylendiği gayet açıktır)

Tekrar tekrar "söz verdin mi?" diye sorduktan ve benden aynı kati cevapları aldıktan sonra, elimdeki kağıda sarıldı. Kalemini eline aldı. Benim daldığım yapma hayale şimdi o gerçekten dalmıştı.



Mehmet Âkif neden yarışmaya katılmadı ?



Mehmet Âkif, o sırada Burdur Mebusu olarak Millet Meclisi'nde bulunmasına rağmen, bu müsabakaya acaba neden katılmamıştı?

Bunun iki sebebi vardı zannederim. Gerçi her iki sebep de müsabaka ile ilgilidir. Birincisi, şiirin karşılığında verileceği bildirilen mükâfaat idi. Âkif böyle millî bir vazife için para alınmasını doğru bulmuyor, hele kendisine hiç yakıştıramıyordu. Üstelik ne kadar halisane duygularla katılırsa katılsın, yarışmaya para için katılmış şüphesini daima üzerinde hissedecekti. Ona çok ağır gelen böyle bir baskının altında, tavizsiz ve mert gönlünün duygularını gereği gibi kağıda dökebilmesi mümkün değildi.

İkincisi ise, Mehmet Âkif, artık umuma ilan edilen ve her önüne gelenin iştirak edeceği, biraz çocukça gibi görünen bir yarışmaya çağrılacak adam değildi. Âkif, o zamana kadar, Safahat'ın 7600 mısra tutan ilk beş kitabını yayınlamış ve bu şiirleriyle büyük bir millî şair olduğunu ispatlamış durumda bulunuyordu. Kendisinin bu yüksek mevkii, edebiyat üstadı Recaizade Mahmut Ekrem tarafından, daha Balkan Harbi sırasında açıklanmış ve Üstad Ekrem, Âkif'e Memleketin bir Millî destana ihtiyacı vardır. Onu ancak siz yazabilirsiniz Âkif Bey diyerek, kendisini tanıyanlar için çok mühim bir istekte bulunmuştu. Şimdi bu seviyede olan bir büyük şairin, adeta çoluk çocuk denilebilecek yüzlerce heveskarla birlikte yarışa çağrılması, elbette uygun birşey değildi.

Maarif Vekâleti müsabaka için bir heyet seçmişti. Doktor Şair Hüseyin Suat, Bursa Mebusu Şair Muhittin Baha, onlar bu heyette bulunacaklardı. Ancak onlar da birer istiklâl marşı yazıp vermişlerdi. Sonradan Âkif'in marş yazacağını duyunca ikisi de şiirlerini geri aldılar ve heyete girdiler.

Âkif'in İstiklâl Marşı şiiri ilk defa 17 Şubat 1337(1921) tarihinde, Ankarada Sebilü'r-Reşad dergisi'nde yayınlandı. Bu ilk yayınında beşinci kıtasındaki "uğratma" kelimesi "bastırma" şeklinde iken, sonradan M. Âkif Bey tarafından "uğratma" şeklinde değiştirilmiştir.

Bunun dışında İstiklâl Marşı'mızın ilk metni ile sonrakiler arasında hiç bir fark yoktur.

Nihayet Marş Büyük Millet Meclisi'nde. M. Âkif de sırasında.

H. Suphi Bey, kürsüde İstiklâl Marşı'nı okudu.

Meclis alkış tufanları arasında çalkalanıyordu. O gün, görüşmelerle geçti. Marşın esas kabulü 12 Mart 1337 tarihinin ikinci celsesinde oldu.

Ne kadar ibretli bir durum ki İstiklâl Marşı şairi tevazuundan kendi Marşı'nı kürsüden okumuyor. Bu görevi H. Suphi Bey yerine getiriyor.

Yine ne kadar ibretli bir durumdur ki, M. Âkif'in şiiri, Millî Marş olarak kabul edilirken şairi, sıkılarak salondan dışarı fırlamış, cümle kapısından çıkmış, hatta caddeyi boylamıştı. Konulan ödülü de almamış, çek'ini yoksul kadınlara ve çocuklara örgü işleri öğretmek üzere açılan "Daru'l-Mesai" adındaki iş yurduna bağışlamıştı.

Sözün burasında şu hakikati belirtelim; O günlerde bir memur maaşı 7.5 liradır ve 10 lira zenginlik ölçüsü sayılmaktadır.

Bir başka ibretli hâle bakın ki, Âkif ödül olarak verilen 500 lira gibi o gün için büyük bir değer taşıyan parayı almadığı günlerde, paltosu olmadığı için sokağa ya ödünç bir palto ile veyahutta ceketle çıkmak durumunda kalıyordu.



Âkif, İstiklâl Marşı konusunda çok hassastı. Birkaç gazeteci, ölümünden kısa bir süre önce ziyaretine gittiler. Söz İstiklâl Marşı'ndan açıldı.

İstiklâl Marşı denince Üstadın gözleri büyümüş ve parlamıştı. Hastabakıcının yardımıyla doğruldu, anlatmaya başladı:

İstiklâl Marşı... O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi! O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Binbir facia karşısında bunalan ruhların, ızdıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o Marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur.

İstiklâl Marşı'mız, bizim âdeta tarihimizdir. Geleceğimizin bir aynası ve bütün milletimizin iman ve ahlakta son gayesi olan temel esasların bir özüdür.

Büyük Âkif, milletinin ruhunu okumuş ve onu sanki taşa kazırcasına yazarak, bir anıt gibi gözler önüne dikmiştir.


Edebi açıdan İstiklal Marşı

İstiklâl Marşı 41 mısradır. Aruz vezninin Fe'ilâtün/ fe'ilâtün/ fe'ilâtün/ fe'ilün, kalıbıyla yazılmıştır.

1- BİRİNCİ KIT'A

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

1. Kıt'anın Manası:

Ey Milletim ye'se düşme; Allah'tan ümidini kesme; Endişelenme. Batı ufkunun gurup haline bakarak hüzünlenme. Akşam ufkunun şafak kızıllığı sönebilir; bir alev, bir ateş gibi parlayan alsancağım milletimin son ferdi kalana kadar emin ve korkusuzca dalgalanacaktır; asla sönmeyecektir.

Âkif, 3. ve 4. mısralarda, Türk Milletinin istiklâline sarsılmaz imanını korkunç gök gürültüleri gibi haykırıyor. Bayrağın semalarda dalgalanışını Türk milletinin varlığı, kaderi ve talihiyle aynı görüyor. Bir imanı, bir hükmü haykırıyor: Milletimiz var oldukça, Bayrağımız göklerde nazlı nazlı dalgalanmaya devam edecektir.

2- İKİNCİ KIT'A

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül...Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.

2. Kıt'anın Manası

M.Âkif, İstiklâl Marşı'nın tamamında inanmış adam, vefalı insan görüntüsünden asla taviz vermemiştir. Bu inanmışlık ve samimiyet içerisinde bir canlıya seslenir gibi Bayrağa seslenir.

Ey benim güzel Bayrağım, ey benim hilal kaşlım! Öyle dargın gibi kaşlarını çatma. Senin kaşlarını çatman, bu Milleti derinden yaralar, üzer. Hem niçin bize kızmış gibi bakıyorsun?

Senin Millete güleryüz göstermen hayat verir, canlılık, dirilik verir. Bu Millet buna layıktır.

Benim kahraman milletim hürriyet uğruna oluk oluk kan döktü. Gerekirse bundan sonra da döker. Hem benim Milletim Bayrağına renk olarak sadece al kanının rengini uygun görmüştür. Milletimin uğruna baş koyduğu, can verdiği, İstiklâl simgesi olan Bayrak Milletime gülmezse, Millet de kanını helal etmeyecektir. Bu fedakarlığa karşılık senden sadece güleryüz bekliyoruz.

İstiklâl ve bağımsızlık, Allah'tan başka mabut tanımayan Milletimin Hakkıdır. Bundan asla şüphe edilemez.

***

Şubat 1921. Taceddin Dergahı'nda merdivenden çıkınca hemen sol taraftaki küçük odada, rafta idare (küçük gaz lambası) yanmakta; yer yatağında yatmakta olan Mehmet Âkif uyanmış, kağıt arıyor. Yok. Eline geçirdiği kurşun kalemle yer yatağının sağındaki duvara dönmüş; pınar gibi ilham fışkıran imanlı bağrından çıkan, Türk'ün tarihini ve ebedi geleceğini bir mısrada anlatan kıt'ayı yazıyor. Sabah namazı ezanına kalkan oda komşusu Hafız Bekir Efendi (Konya meb'usu) M. Âkif'i elindeki çakısı ile duvardaki (kağıda aldığı) kıt'ayı kazırken görüyor.

3- ÜÇÜNCÜ KIT'A

Şairin, Bayrağımıza yönelip, kurban olayım diye başlayan ikinci dörtlüğünden sonra, 3. kıt'ada bir meydan okuma görülüyor.

Bu kıt'ada benzeyen de benzetilen de yapmacık değil, sade, samimi tabii ve doğaldır.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

3. Kıt'anın Manası:

Bu Millet tarihin her döneminde hür yaşamış, bundan sonra da hür yaşayacaktır. Bu Milleti esarete teşebbüs, çılgınlığın ta kendisidir. Böyle bir şeye tevessül edenin ahvaline şaşarım! Çünkü o bu hareketinden dolayı başına gelecekleri düşünemeyecek kadar çıldırmış biri yahut birileri olmalıdır.

Kükremiş azgın suların hiç bir sed tanımadan önündeki engelleri çiğneyip aştığı gibi, ben de değil mahkum olmak; gerekirse dağları yırtar enginlere sığmam taşarım.

Bir başka açıdan...

Ben ezelden beridir hür yaşadım diyerek bir mısranın yarısına, san'at kudreti ile ikibin beşyüz senelik Türk tarihini sığdırıyor. "Hür yaşarım" diyerek Türk'ün hür yaşamak karakterini, azmini ve sonsuza kadar ebediyyen hür yaşayacağını; geleceğini haykırıyor. Böyle bir milleti esir etmeyi hayal edenlere şaşılır.

3. Mısrada Türk'ün kuvveti, kudreti ve haşmeti vardır. Hürriyetine mani olan, sed çeken her şeyi ezecek bir sel gibidir. Zaten Orta Asya'dan Altay Dağları'ndan Tuna Boyları'na akan bir sel gibidir.

4. Mısrada, tarihte dağ yırtmış olmanın kudretini, gururunu yani: Ergenekon Türklerini, Ergenekon Destanını hatırlatır. Ezcümle, tarihin ilk devirlerinden beri hür yaşayan Türk, ebediyen de hür yaşayacaktır. Buna mani olmak isteyenleri dağları yırtan kuvveti ile sel gibi ezer, aşar.

***

4- DÖRDÜNCÜ KIT'A

Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! nasıl böyle bir imanı boğar;
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

4. Kıt'anın Manası:

Batı çelik zırhlı bir duvar misâli bütün âfâkı doldurmuş üstümüze geliyor.

Püfff! Bunda telaş edecek ne var ki? Çünkü bu vahşi saldırılara karşı benim öylesine güçlü ve emin bir sığınağım var ki bunu, Batı âleminin hafsalası dahi almaz. Bu sığınak, bu serhad iman dolu göğsümdür.

Medeniyyet denilen sahte, yalancı, vahşi, saldırgan ama gerçekte güçsüz canavar, ulusun dursun. Sonu yaklaşmış olan bu canavar, Milletimin göğsündeki imanı boğmaya yetmeyeceği gibi, onun gebermesi Milletimin eliyle olacaktır.

Bir San'at İnceliği

Çoğu insanımız eski yazıyı bilmez... Eski yazıda (Osmanlıca yazıda) iki türlü "n" harfi vardır. Biri "nun" harfi ile yazılır, diğeri "kef (nazal n)" ile yazılır. Şair gerektiğinde "nun" kullanmış, gerektiğinde "kef (nazal n)" kullanmış. Bu kıt'anın üçüncü mısrasında geçen "ulusun" kelimesinin sonuna "nun" koymuş; emir verildiği zaman "nun" kullanılır.

Sen görevlisin, sen hastasın gibi kelimelerde "kef" yani nazal n kullanılır. Burada ise (ulusun kelimesinde) "nun" kullanmıştır. Yani burada tevriye san'atı yoktur. Buradaki kelimenin sonuna "nun" koymak suretiyle: bırak o "ulumak fiilini işlesin" denmek istenmiştir.

Bir Başka Açıdan

Ulusun: Kelimenin kökü: hayvanlar için kullanılan -ulumak-fiilidir. İstilacı, sömürgeci, saldırgan, sahte "medeniyet" yaptığı vahşiliklerden canavara: Silahları ile çıkardığı seslerde hayvan ulumasına benzetilmiş. Zaten ulumak, boğmak ve canavar kelimeleri arasında uygunluk var.

Okunuşu: "Ulusun" sözünü okurken, ayaklarımızın altında, ölmek üzere uluyan bir köpeğe hitab ediyormuş gibi küçük gören, aşağılayıcı, hakaretli bir sesle okunmalıdır.

"Medeniyet": Rahmetli M. Âkif, şiirlerinde manasını, esas anlamından düşük gördüğü kelimeyi "tırnak" işareti içinde kullanmıştır. Burada, yukarıda arzettiğim sahte medeniyeti kasdettiği için böyle yazılmıştır. M. Âkif asla medeniyyete düşman değildi. Bilakis, geriliğin düşmanı idi.

İlim ve çalışma tavsiye ediyordu. Körü körüne Avrupa hayranı olmayın, batının sadece ilmini tez elden alın diyordu.


5- BEŞİNCİ KIT'A

Ve bir sesleniş:

Arkadaş! yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

5. Kıt'anın Manası:

Arkadaş!

Şehidler beldesi Yurduma, hain düşmanın girmesine fırsat verme. Sen düşmanı kovmak için gerekirse şehid olmayı göze alır, canını siper edersen, Allah vaadettiği zaferini sana verecek, Seni düşmanlarına galip getirecektir.

Hem bu zafer günleri öylesine yakın ki... Kimbilir? Belki yarın, belki de ondan daha yakın bir zamanda o zaferi göreceksin.

****

6- ALTINCI KIT'A

Şair, bu kıt'ada vatan denen toprağın kutsallığını hatırlatır ve şöyle seslenir:

Bastığın yerleri, "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı;
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

6. Kıt'anın manası:

Bastığın yerleri toprak sanarak yürüyüp gitme. Bu toprağın altında bin yıldır bu beldeleri vatan yapmak ve vatanını savunmak için çarpışmış bu uğurda şehid olmuş sayısız insan yatıyor.

Onların kimi senin baban, deden. Soy kütüğünden geriye doğru gidersen hiç şüphen olmasın, bu topraklar altında hem de çok yakınlarının şehid olarak yattığını göreceksin.

Bu toprakları ataların gibi koruyamazsan yazık olur. Hem onları da üzmüş olursun.

Bütün dünyaları alsan dahi bu Cennet vatanı, veremezsin; vermemelisin.

Bir Başka Açıdan...

Şehid: Dini, vatanı, milleti ve namusu için savaşarak veya vazife başında canını veren (ölen) müslüman. Askerlikte en yüksek mertebe şehidliktir.

Dünyada Türk Milleti kadar vatanı için şehid veren başka bir Millet yoktur. Vatanımızın her karış toprağı şehidlik olduğu gibi, Vatanımızın dışında da 42 yerde Türk Şehidliği vardır.

M.Âkif, -Çanakkale Şehidlerine- şiirinde Şehid'e manevi türbe kurmuştur. Tarihe sığdıramamış, bu taşındır diyerek kâbeyi başına dikmiş, mor bulutları türbesine tavan diye çatmış, Yedi Kandilli Süreyya'yı uzatmış; tüllenen mağribi akşamları yarasına sarmış ve:

– Yine birşey yapabildim diyemem hatırana.

Ey şehid oğlu şehid! İsteme benden makber

Sana ağucunu açmış duruyor Peygamber, diyerek Şehid'in büyüklüğünü anlatmıştır.

****

7- YEDİNCİ KIT'A

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.

7. Kıt'anın Manası:

Bu Cennet Vatanın uğrunda nice canlar şehid oldu. Toprağın altı öylesine şehid doludur ki, eğer mümkün olsa da toprağı sıksan her taraftan şehidler fışkıracak.

Yarabbi! Canımı, sevdiklerimi, bütün varımı al; Fakat benim vatanımı elimden alma. Beni vatanımdan ayrı koyma.

Bir Güzel Tesbit:

Hiç birşeyim olmasa da vatanımın toprağında yatmak bana yeter. (Bu mısralar Oğuz Han'ı hatırlatır. Oğuz Han, düşmanlarının isteğine göre atını, silahını, en yakınlarını verir. Ama iş çorak bir toprak, vatan parçasına gelince vermez. Türklerle, Çinliler harp eder ve Türkler Çin ülkesini baştan başa zaptederler).

****

8- SEKİZİNCİ KIT'A

Bir hatırlatma! Bu kıt'a okunurken bağrılmaz. Öyle ya; bize şah damarımızdan daha yakın Allah'a dua edilirken nasıl bağrılır? Burada bir yalvarma, bir istek var. Bu da yumuşak, titrek, hafif bir sesle, yalvarırcasına, gözyaşları içerisinde, O yüce Yaratıcı ile fısıldaşıyormuş gibi:

Rûhumun senden İlahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

8. Kıt'anın Manası:

Yarabbi! Bizler vatanımız için ölüyoruz; Senden son dileğimiz vatanıma düşman girmesin. Mabedime pis elini değip, pis ayağıyla basmasın. Şehadetleri dinimin temeli olan bu ezanlar, benim vatanımın üstünde senin adını yükseltsin.

(Dinin temeli olan kelime-i şehadet ezan içerisinde geçmektedir.)

Bir Başka Açıdan…

Bitişikteki Taceddin Camii'nde ve diğer camilerde hazin hazin sabah ezanı okunmaktadır. Bu ezanlar susacak mıdır?

M.Âkif, Yüce Allah'a ellerini açarak milletinin ağzından, bütün vücudu titreyerek niyazda bulunuyor.

Bütün Milletin, Mehmetçiğin tek arzusu kendileri şehid de olsalar; yeter ki vatana düşman girmesin, ma'bedlerimizin göğsüne onların kirli elleri ve ayakları değmesin. Türk Müslümandır. Dünyaya gelen Türk'ün ilk kulağına giren ses, Ezan sesidir. Ezandan sonra kulağına adı söylenir. Türklüğün ve Müslümanlığın damgasını taşıyan güzel Camilerimizdeki zarif minarelerden günde beş defa yükselen ezan sesleri Cenab-ı Allah'a ulaşır.

****

9- DOKUZUNCU KIT'A

O An...

Dualar sanki kabul olmuştur. Memleket kurtulmuştur. İstiklâl ve hürriyet yeniden gelmiştir ve sanki o an yaşanır, onun hazzı içerisinde de dokuzuncu dörtlük seslendirilir; sanki kabul olmuş gibi; memleket ve millet kurtulmuş gibi...

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.

9. Kıt'anın Manası:

Yarabbi! Vatanım ve senin dinin uğrunda canlarını veren biz şehidlerin son dileklerini kabul buyur.

Bu dileğim vatanımın hür, Milletimin mü'min kalmasıdır. Bu dileğimi kabul edersen, işte o zaman eğer başıma dikilmiş bir mezar taşım varsa o bile sevinçten secdeye kapanır. Sevinç gözyaşlarım, savaşırken, döğüşürken aldığım yaralardan boşanır. Ve yine o zaman benim ruhum yerden yükselerek şehidler makamına gönül huzuruyla gidebilecektir.

10- ONUNCU KIT'A

Şair bir önceki kıt'ada "arşa değer belki" derken "belki" kelimesini, "eğer layıksan" anlamında kullanmaktadır. Başım arşa değmeye layıksa ben oraya yükselirim.

Son beşlik huzur içinde, mutluluk içinde, saadet içinde ve fakat akla gelen bir kötü ihtimal de hesaba katılarak tamamlanıyor. Artık istiklâl hak edilmiştir. Onun için şair şöyle seslenir.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.

10. Kıt'anın Manası:

Ey benim, şanlı Bayrağım! Artık sen de sabah şafakları gibi dalgalan. Artık senin uğrunda dökülen kanlarımızın hepsi de sana helal olsun.

Ebediyyen sana ve milletime esaret yoktur. Bugüne kadar nasıl hür yaşadınsa, bundan sonra da hür yaşayacaksın. Hür yaşamak senin hakkındır.

Artık Allah'a tapan milletim için de İstiklâl hak edilmiş ve kazanılmıştır.

Bir Başka Açıdan...

Şubat 1921'de, İstiklâl Marşı'mızın yazıldığı günlerde, Yurdumuz düşman işgali altında inlemektedir. Kuvvetlerimizin üç misli silaha ve imkânlara sahip olan Yunan kuvvetleri Ankara'ya doğru yürümekte; Polatlı'dan düşmanın top sesleri duyulmaktadır. Meclis'in Kayseri'ye nakli düşünülmektedir10 Ocak 1921) I. İnönü Harbi başlayalı beş hafta olmuştur. Büyük taarruza ve Yunan'ın denize dökülmesine 18 ay ve 18 gün vardır. Ama bu kadar zaman önce ve bu kadar zor ve ümitsiz bir durumda; M. Âkif, son kıt'ada Millî Mücadele'nin kazanılacağını, kesin zaferin -Ebedî İstiklâl'in müjdesini verir. Artık ikinci kıtadaki gibi hilal çehresini, kaşını çatmıyor, naz etmiyor. Zafer kazanılmış- şanlı hilal- olmuştur. 1. Kıt'adaki karanlığı haber veren şafağın yerine aydınlık güzel günleri haber veren gittikçe aydınlanan, huzurlu Sabah Şafağında, hür ufuklarda şanlı hilal ebediyyen dalgalanmaktadır. Artık milletimizin sevgilisi Bayrağı, güldüğüne göre (7. mısrada helal olmaz dediğimiz kanımızı) onun için döktüğümüz kanları da helal ediyoruz. Bayrağımız ve milletimiz, ezelden beri olduğu gibi, ebediyete kadar birbirinden ayrılmayacak ve yok olmayacaktır.

Tarih boyunca olduğu gibi bu defa da kahraman milletimiz yüce Allah'a olan iman ve ümidiyle mücadele etmiştir. O'nun adıyla canını vermiştir. Ezanları susturmamıştır. O halde Yüce Allah'tan Kur'an'ı Kerim'de vaadettiği zaferleri ve İstiklâl'i hak etmiştir. Bayrağımızın ebediyen hür dalgalanmak hakkıdır. Yüce Allah'a iman eden milletimizin de İstiklâl ebediyyen hakkıdır.

Falih Rıfkı Atay

Falih Rıfkı Atay (1894 - 1971)


1894 yılında İstanbul'da doğdu. Fıkra, makale, gezi türlerindeki gazete yazılarıyla ve özellikle Atatürk'ü yakından tanıtan anılarıyla ün kazanan Falih Rıfkı Atay, Kovacılar semtindeki Rehberi Tahsil Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra Hüseyin Cahit'in Yalçın müdürlük yaptığı Mercan İdadisi'nde öğrenimini tamamladı. Darülfünunun Edebiyat bölümünü bitirdi. İdadide edebiyat öğretmeni olan Celal Sahir Erozan ile kendisinden bir ileri sınıfta okuyan Orhan Seyfi Orhon, Falih Rıfkı'nın edebiyat zevkinin gelişmesine yardımcı oldular. İlk Yazıları, Serveti Fünun dergisinin genç yazarlara ayrılan ek sayfalarında yayımlanan Falih Rıfkı'nın Tecelli(1911) dergisi ile Süleyman Bahri'nin yönettiği Kadın(1912) dergisinde Cenap Şahabettin ile Ahmet Haşim'in eserlerini hatırlatan şiirleri çıktı.
1912'de Tanin gazetesinde düz yazıları yayımlanmağa başladı; İstanbul Mektupları, Edirne mektupları gibi yazıları çıktı. 1913-1914 yıllarında sadaret ve Dahiliye Nazırlığı kalemlerinde çalıştı. Dahiliye Vekili Talat Paşa ile birlikte gittiği Bükreş'ten Tanin gazetesine röportaj yazıları yolladı. Bu dönemdeki yazıları, Türkçülük ve Türkçecilik akımlarının etkisini taşıyordu. I. Dünya Savaşında yedek subay olarak Suriye'ye gitti; 4. Ordu kumandanı Cemal Paşa'nın hususi katipliğini yaptı. Suriye ve Filistin'deki savaş anılarını "Ateş ve Güneş" (1918) kitabında topladı. Cemal Paşa'nın Bahriye nazırı olması üzerine Kalemi Mahsusa müdür yardımcılığına getirildi (1917). Kazım Şinasi Dersan, Necmettin Sadık Sadak, Ali Naci Karacan ile birlikte Akşam Gazetesini çıkarmağa başladı (1918). Bu gazetede Günün Fıkraları başlığıyla sürekli yazılar yazdı. Kurtuluş Savaşını destekleyen etkili yazıları dolayısıyla idam istenerek Kürt Mustafa Divanı Harbi'ne verildi. Fakat İnönü Zaferinin kazanılması üzerine Divanı Harp tutumunu değiştirdiği için idamdan kurtuldu. Kurtuluş Savaşı sona erdiği sırada İzmir'de Atatürk ile görüşmeğe gelen gazeteciler arasındaydı. Atatürk'ün isteği üzerine İkinci Büyük Millet Meclisi'ne Bolu'dan milletvekili seçildi (1922). Daha sonra uzun yıllar Ankara Milletvekili olarak T.B.M.M.'de bulundu. Hakimiyeti Milliye, Milliyet ve Ulus gazetelerinin başyazarlığını yaptı.
Yeni Türk Alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında Dil Encümeninde görev aldı. Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın tutumuna şiddetle karşı çıktı. Ulus gazetesinin başyazarlığını yaptığı dönemde Ankara şehir planı jürisinde üyelik ve İmar Komisyonunda başkanlık yaptı. 1946'da çok partili döneme geçildikten sonra Ulus gazetesinde CHP'nin savunuculuğunu sürdürdü. Demokrat Parti'nin 1950'de iktidara geçmesinden sonra Dünya Gazetesini kurarak (1952) muhalefete geçti; yeni iktidara karşı Atatürk devrimlerini savundu.
Falih Rıfkı Atay, sağlam, atak, çekici, anlatımı ve duru Türkçesiyle Cumhuriyet basınının Encümeninde usta kalemlerinden biriydi. Günlük siyasi olayları ele alan başyazı ve fıkraları yanında Ulus ve Dünya gazetelerinde Pazar günleri yayımladığı haftalık yazılarında çok usta bir deneme ve söyleşi yazarı niteliği gösteriyordu. Gezi ve anı türlerinde Cumhuriyet döneminin çok ilginç ürünlerini verdi.

Thomas Alva Edison

Thomas Alva Edison (1847-1931)


Yedi yaşındayken ailesiyle birlikte Michigan'daki Port Huron'a yerleşen Edison, ilköğrenimine burada başladıysada yaklaşık üç ay sonra algılamasının yavaşlığı nedeniyle okuldan uzaklaştırıldı. Bundan sonraki üç yıl boyunca özel bir öğretmen tarafından eğitildi. Son derece meraklı ve yaratıcı kişiliğe sahip bir çocuk olan Edison, 10 yaşına geldiğinde kendisini fizik ve kimya kitaplarına verdi.
Bu arada evlerinin kilerinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Özellikle kimya deneylerine ve Volta kaplarından elektrik akımı elde etmeye yönelik araştırmalara ilgi duydu; bir süre sonra kendi başına bir telgraf aleti yaptı ve Mors alfabesini öğrendi. O günlerde geçirdiği ağır bir hastalık sonucu kulakları ağır işitmeye başladı.
Oniki yaşına geldiğinde ailesine yardım etmek için Port Huron ile Detroit arasında çalışan trende gazete satmaya başlayan Edison, evlerindeki Laboratuvarını trenin yük vagonuna taşıyarak, çalışmalarını burada sürdürdü.Bu dönemde Edison, Michael Faraday'ın Experimental Research in Electricity adlı yapıtını okudu ve derinden etkilendi. Bunun üzerine bir yandan Faraday'ın deneylerini tekrarladı bir yandanda kendi deneylerine ağırlık vererek daha düzenli çalışmaya ve notlar tutmaya başladı. 1868'de kendine atölye kurdu. Aynı yıl geliştirdiği elektrikli bir oy kayıt makinasının patentini aldı. Aygıt oldukça ilgi topladı ama kimse tarafından satın alınmadı. tüm parasını yitiren Edison Borç içinde Boston'dan ayrılarak New York'a yerleşti. Edison'un şansı altın borsasının düzenlenmesinde kullanılan telgrafın bozulması üzerine döndü. Borsa yetkililerinin istemi üzerine aygıtı ustaca tamir eden Edison, Western Union Telegraph company'den geliştirilmekte olan telgraflı kayıt aygıtları üzerinde yetkinleştirme çalışması yapma önerisi aldı. Bunun üzerine bir arkadaşı ile birlikte Edison Universal Stock Printer mühendislik şirketini kurdu. Ve sattığı patentlerle kısa sürede önemlice bir servet edindi. Bu parayla New Jersey'deki Newark'ta bir imalathane kurarak telgraf ve telem aygıtları üretmeye başladı. Bir süre sonra imalathanesini kapatarak New Jersey'deki Menlo Park'ta bir araştırma laboratuvarı kurdu ve tüm zamanını yeni buluşlar yapmaya yönelik çalışmalara ayırdı.
1876'da Graham Bell'in geliştirdiği konuşan telgraf üzerinde çalışmaya başladı. Aygıta karbondan bir iletici ekleyerek telefonu yetkinleştirdi. Ses dalgalarının dinamiği üzerine yaptığı bu çalışmalardan yararlanarak 1877'de sesi kaydedip yineleyebilen gramafonu geliştirdi. Geniş yankı uyandıran bu buluşu ününün uluslar arası düzeyde yayılmasına neden oldu.
1878'de William Wallace'in yaptığı 500 mum güçündeki ark lambasından etkilenen Edison, bundan daha güvenli olan ve daha ucuz bir yöntemle çalışan yeni bir elektrik lambasını geliştirme çalışmasına girişti. Bu amaçla açtığı bir kampanyanın yardımıyla önde gelen işadamlarının parasal desteğini sağladı ve Edison Electric Light Company'yi kurdu. Oksijenle yanan elektrik arkı yerine havası boşaltılmış bir ortamda(vakum) ışık yayan ve düşük akımla çalışan bir ampul yapmayı tasarlıyordu. Bu amaçla 13 ay boyunca flaman olarak kullanabileceği bir metal tel yapmaya uğraştı. Sonunda 21 Ekim 1879'da özel yüksek voltajlı elektrik üreteçlerinden elde ettiği akımla çalışan karbon flamanlı elektrik ampulünü halka tanıttı. Üç yıl sonra New York sokakları bu lambalarla aydınlanacaktı.
1887'de Menlo Park'tan New Jersey'deki West Orange'a taşınan Edison burada önceki laboratuvarlarının on katı büyüklüğünde Edison Laboratuvarını açtı. 1890'lara doğru uzun erimli iletime daha uygun olan alternatif akım geliştirildi. Doğru akımın üstünlüğüne inanan Edison, bir kampanya başlatarak kamuoyunu, yüksek gerilimli alternatif akım sistemlerinin son derece tehlikeli olduğu yolunda uyarmaya çalıştı. 1892'de ise Edison General Electric Company'nin denetimini yitirdi.Ve şirketi General Electric Company ile birleşti.
Iki kez evlenen Edison'un altı çocuğu oldu. Yaşamının sonuna değin yeni buluşlar yapmak için uğraş verdi.
Kaynak : Ana Britannica

Fyodor Mikhailovic Dostoyevski

Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski (1821 - 1881)

Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski 30 Ekim 1821’de Moskova’da babasının bir doktor olarak görev yaptığı Yoksullar Hastanesi’ne ait bir apartmanda doğdu. 1837’de annesinin ölümünün ardından babasının yanından ayrılarak St. Petersburg’a taşındı ve orada Askeri Mühendislik Okulu’na kabul edildi. Bir sınıf arkadaşı onun için “sürekli kendisini ayrı tutardı, hiçbir zaman arkadaşlarının eğlencelerine katılmazdı, ve genellikle bir köşede elinde bir kitapla otururdu” diye anlatıyordu. Yurtluğunda düzensiz bir yaşama çekilmiş olan ve oğluna düzenli bir gelir sağlamayı reddeden babasının tutumu Dostoyevski’nin bu hastalıklı içe-kapanıklığını daha da ağırlaştırdı. Bir keresinde, Dostoyevski babasına ilgisizliği yüzünden hakaret dolu bir mektup gönderdi; ama baba Dostoyevski yanıt vermeye fırsat bulamadan serfleri tarafından öldürüldü. Ailesi içerisinde söylendiğine göre, daha sona ona bütün yaşamı boyunca acı çektiren sara nöbetlerinin ilkini bu dönemde geçirmişti.
Mühendislik Okulundaki sınavlarının ardından, Dostoyevski üsteğmenliğe getirildi. Ama 1844’de cebinde üzerine “sivil giysi alacak parası” bile olmayan Dostoyevski kendini yazın sanatına adamak için görevinden ayrıldı. 1846’da ilk romanı İnsancıklar’ın çıkışıyla, genç yazarlar arasında en büyük gelecek vaadedeni olarak görüldü. Eleştirmen Belinsky aracılığıyla “birçok önemli kişi” ile tanıştı ve “yazın dünyasında nasıl yaşanacağı konusunda kapsamlı bir ders” aldı. Ne var ki başarısı kısa sürdü. İnsancıklar’ı izleyen birkaç romanı kötü eleştiri aldı ve Dostoyevski, Belinski’nin salonundan uzak durmaya başladı, çünkü orada özellikle daha önceleri ona karşı “dosttan da öte” olmuş olan Turgenyev’in de katıldığı sürekli alaylara konu ediliyordu.
Ama bu sırada başka bir küme ile ilişkisini sürdürdü. Petrashevski’nin öncülüğündeki gençlerden oluşan bu kümedekiler, Fransız toplumcularını incelemek ve Rusya’daki toplumsal ve politik reformları tartışmak için biraraya gelmiş ilericilerdi. 1848’i izleyen tepki dalgasında “Petrashevski çevresi”nin üyeleri tutuklandı ve yalancı idam ile sonuçlanan bir soruşturmadan sonra Dostoyevski, Omsk’ta bir ceza kolonisine gönderildi. Hapisanede, “yeraltına gömülü bir insan” gibi yaşadığını yazdı. “Yakınımda içten bir konuşma yapabileceğim tek bir varlık” yoktu. “Soğuğa, açlığa ve hastalığa dayandım. Ağır işlerden sıkıntı çektim, ve salt iyi bir aileden geldiğim için bana diş bileyen mahkumların nefreti sürekli üzerimdeydi.” Bu acılı durum sarasını daha da ağırlaştırdı ama “kendi içime kaçış ... meyvalarını verdi.” 1854’de cezasını tamamlamak için bir asker olarak Semipalitinsk’e gönderildi. Beş yıl sonra, arkadaşlarının yardımı aracılığıyla cezası kaldırıldı.
St. Petersburg’a dönüşü üzerine Dostoyevski, Ölüler Evi ve Ezilenler’i yayınladı. Aynı dönemde ağabeyi Mikhail ile birlikte Zamanlar adında başarılı bir dergi kurdu. Ne var ki 1863’te bir yanlış anlama sonucunda hükümet tarafından kapatıldı. Dostoyevskilere yayınlarının adını değiştirerek Çığır adı altında yeniden çıkarma izni verildi, ama yeni yayın kamunun dikkatini çekmeyi başaramadı. 1846’da Mikhail öldü ve yaklaşık bir yıllık bir çabadan sonra Dostoyevski dergiyi yayımlamaya son verdi. Kendini borçların altında ve ağabeyinin ailesini geçindirme sorumluluğu karşısında buldu.
Çığır’ın başarısızlığı Dostoyevski’nin daha sonraki tüm çalışmasında izini bırakan bir kişisel bunalımla çakıştı. Sibirya’dayken akıllı ama ahlaksız bir okul öğretmeninin dul karısı olan Maria Dimitrievna Isaev ile evlenmişti. Evlilik ikisine de mutluluk getirmedi ve St. Petersburg’a döndükten kısa bir süre sonra Dostoyevski, Polino Suslova adında kösnül ve saldırgan bir kadınla yakın ilişkiye girdi. Polino Suslova onun çalışmasını ciddi bir şekilde etkilemiş ve kumara karşı sinirceli tutkusunu kışkırtmış gibi görünür. Polina ile birlikte Rusya’dan ayrı olduğu bir sırada Dostoyevski’nin karısı hastalandı ve ağabeyinin ölümünü üç ay önceleyen ölümü onu Yeraltından Notlar (1864) olarak bilinen itirafı yazmaya götürdü.
İzleyen yıllarda Dostoyevski sürekli sara, yoksulluk ve kumarbazlığına eşlik eden bir endişenin sıkıntısını çekti. Parasal yükümlülükleri yüzünden yayıncılarla yıkıcı sözleşmeler imzaladı ve onlar tarafından Suç ve Ceza (1866) ve Kumarbaz (1867) gibi yapıtları olağanüstü bir hızla yazmaya zorlandı. Bunlardan ikincisi üzerinde çalışırken Anna Grigorievna Snitkin adında bir sekreter tuttu ve aynı yıl onunla evlendi. Romancı olarak başarısı alacaklılarının bir bölümünü susturmasını sağladı, ama bu “diğerlerini o kadar kızdırdı ki” suçlamalardan kurtulmak için St. Petersburg’tan ayrılmak zorunda kaldı. “Her zaman yabancı bir ülkede bir yabancı” olacağı yakınmasına ve “yazma yeteneğini bütünüyle yitireceği” korkusuna karşın, yurtdışında yaşadığı dört yıl yaşamının en üretken yılları oldu. Cenova ve Vevey’de Budala’yı (1868-69); Dresden’de Ebedi Koca (1870) ve Ecinniler’i (1871) yazdı.
Sürgündeyken Dostoyevski “gazete gibi bir şey” çıkarmayı ve bu yolla kanıları konusunda “bir kez olsun son sözü söyleyebilmeyi” tasarlıyordu. Tasarısını 1876’da Bir Yazarın Günlüğü’nün basımıyla uygulamaya koyuldu. Bunda Zamanlar’da başlatmış olduğu ulusal ve demokratik Hıristiyanlık öğretisini genişletti. Bu etkinliğinin sonucunda bir gazeteci olarak sözü geçer biri oldu ve son yıllarını göreli olarak daha iyi bir ortamda geçirdi. 1877’de Büyük bir Günahkarın Yaşamı adında çok büyük bir diziyi oluşturmak için yayıma ara verdi. Bu “bütün yaşamım boyunca bana bilinçli ya da bilinçsiz olarak işkence etmiş olan” Tanrı’nın varlığı sorunuyla ilgili bir çalışmaydı. Bitirdiği çalışmanın biricik bölümü olan Karamazov Kardeşler 1880’de basıldı.
O yıl Rus Yazını Dostları Toplumu’nun Moskova’daki Puşkin anıtının açılışında konuşma yapması için onu çağırısıyla çağdaş ünü doruğa ulaştı. Konuşmayı bitirdiği anda, “batılı” düşünceleri uzun süre kişisel çatışma kaynağı olmuş olan Turgenyev bile “beni öpücüklere boğmak için yanıma geldi ... ve yineleyerek büyük işler yaptığımı bildirdi” diyordu.
Dostoyevski sonraki yıl 28 Ocak’ta öldü. Cenazesi toplumsal bir gösteri için fırsat oldu.
Eserleri
Suç ve Ceza, İnsancıklar, Yer altı Notları, Karamazov Kardeşler, Kumarbaz, Cinliler, Budala, Yoksullar, Ezilmiş ve Aşağılanmışlar, Çocuklar Arasında, Beyaz Geceler,

Cabir İbn Hayyan

Cabir İbn Hayyan

Cabir İbn Hayyan
Hakkinda bilgimiz az. Cafer Ibn Sadik’in ögrencisi. Cabir Ibn Hayyan, Aristo gibi maddeyi 4 unsur kuramin dayanarak açiklar; bu unsurlarin özellikleri ayni zamanda maddenin özelliklerini olusturur (örnegin



ates kuru ve sicaktir; su nemli ve soguktur); madde 3 ana grupta toplanabilir: ruhlar (uçucu özelligi olanlar, alkoller gibi), metaller (altin, gümüs,bakir, kursun vb.), digerleri (uçucu olmayan bazi kati maddeler; bunlarin metalik özellikleri de yoktur;bazi boya maddeleri gibi). Cabir’de gördügümüz bu madde siniflamasi Hellenistik çag’daki simyagerlerde de vardir.

Cabir Ibn Hayyan’a göre madde her zaman saf olarak bulunmaz,damitmak suretiyle onu saflastirmak mümkündür. Sadece cansizi meydana getiren (su yada metalik karakterdeki maddeler) degil, canliyi meydana geteren maddelerin de (yumurta,saç kili,hayvan diskisi) damitiylmasi olasidir Cabir suyu yedi yüz defa damittigini,sonUçta onraki nemlilik özelligini ortadan kaldirarak sadece soguk niteligine sahip saf elementi elde etmeyi basardigini iddia eder. Organik kökenli maddeleri damitmak suretiyle çesitli boyalari,yaglari ve tuzlari elde etmistir.

Cabir Ibn Hayyan minerallerin olusumuyla ilgili olarak daha önce söz konusu edilen civa-kükürt kuramini benimsemistir. Civa-kükürt kuraminin kökeninde iyi-kötü ve disi-erkek gibi ikilem fikri vardir. Bu ikilem fikri daha sonra, 16. yy’da Paracelsus (1493-1541) ve onu destekleyenlerce yeniden ele alinmis ve bu temel üzerinde asit-baz ikilemi sekillendirilmistir.

Civa-kükürt kuramina göre metallerin farkli olmasindan onlarin temelini teskil eden kükürtün farkliligi kadar olusumlari sirasindaki isi farklari ve Günes isigi da önemli rol oynar. Yeni bbir metal olusturmak üzere birlesen civa ve kükürt daha önceki özelliklerini kaybederyeni birim olustururlar. Cabir’in bildigi metaller altin, gümüs, bakir,demir, kursun,civa va kalaydan ibarettir. Cabir de tipik bir simyager gibi iksir elde etmek üzere deneyler yapmis ve çesitli iksir formülleri vermistir.

Cabir yaptigi çalismalarda element fikrinin gelismesine katkida bulunmus(yalan) ve deneylerinde özellikle ölçü ve tarti üzerinde durmasi nicelik fikirinin oluskmasini saglamistir. Bütün bu çalismalari sirasinda icat ettigi yeni aletlerle kimya teknolojisinin gelismesine katkida bulunmustur(yalan)(72)

(Bilim Tarihi, Doruk y.s: 68-72 )

Islam dünyasinin ünlü kimyageri (ayni zamanda simyageri) 8. yy sonlarinda yetisen Ebu Musa Cabir Ibn Hayyan’di. Cabir, sonralari Latince’ye çevrilen pek çok kitap yazar. Ayrica, simdi kursun karbonat dedigimiz bilesigi hazirladigi,arsenik ve antimonu sülfürlerinden ayirdigi söylenir. Metal isleme, kumas ve deri boyama,sirke damitarak derisik asit elde etme gibi kimyasal islemklerin ayrintili açiklamalarin vermistir kitaplarinda. Ona göre, metaller arasindaki farkililklar,sülfür ve civayi degisik oralarda tasimalarindan ileri gelir. Kükürt (ates) civa(sivi) ve tuz(kati) ‘un tüm maddelerin temel elementleri oldugu kuramini ortaya atar. Bu kuram, Demokritos’un atom kuramiyla Empedokles’le Aristoteles’in dört element(ates, su, toprak,hava) kuramina rakip olarak 17. yy’a dek geçerliligini sürdürmüstür. Cabir’in ortaya attigi bazi fikirler kuramsal açidan pek parlak olmamakla birdlikte,uzun süre dogru sanilmisti. Örengin ona göre yanma olayi yanan cisimlerin kendi maddelerinden bir sey yitirmesi demekti. Bu görüs,daha sonra görecegimiz gibi, 18. yy sonlarina dek bilimde önemini korumus, ancak oksijen bulunduktan sonra geçerliligini yitirmistir(Burada Cemal Hoca’nin filojiston kuramini atladigi görülüyor).

Bilim tarihçisi C. Singer, onu Islam simyasinin ve dolasiyla modern kimyanin babasi olarak nitelemektedir. Cabir’in çalismalari buharnlastirma,süzme,eritme,damitma,kirstallendirm e gibi yöntemler üzerinde toplanmisti Ayrica civa sülfati ve bazi oksitleri buldugu,sülfürik asit ve nitriki asiti hazirladigi, hatta rivayete göre altini bile çözen(eriten”) “kral suyu” karisimini bulan da odur.

Can Yücel İle Söyleşi ve şiirleri

Can Yücel İle Söyleşi
Yaşadığım Hayatın Değişimleri Şiirimi Etkiledi
Doğan Hızlan
Aziz Can Yücel ilk sorumuz klasik bir soru: Şiir nedir? Tanımını yapabilir misiniz?
Benim görüşümce şiir, bir Sevinç oldu bittisidir. Ama bu her tanımda olduğu gibi eksik tanımdır.
Size göre şiir dedik zaten. Bizim için geçerli olan o.
Benim için bile eksik olabilir. O zaman konuşmayı sürdürdükçe tanıma unsurlar katarak, sürdürelim.
Bir iddia var. Buna katılır mısınız bilmem. Türk dilinde yapılan yenileşmeden, öztürkçeleşmeden sonra, şiirin kelime hazinesinde bir eksilme olduğu söyleniyor. Dilin yoksullaşmasına neden oluyormuş. Ne dersiniz? Doğru mu?
Doğru.
Öyleyse şiir sözlüğünün sayfaları azaldı demektir...
Doğru, çünkü şiir kelimelerle kurulan, tuğlamsı kelimelerle kurulan bir bünye olduğuna göre ve zaman içinde, serilmiş tuğlalar olduğuna göre, zaman kesintileri, hem nitelikçe hem nicelikçe bir fukaralığa doğru götürür şiiri. Belki düz yazıda aynı oranda görülmeyebilir bu fukaralık. Ama şiirde büsbütün ağırlığı ile ortaya çıkar. Şiir, emek-yoğun terimine benzeterek, anlam-yoğun, bir eylem olduğuna göre, buradaki fukaralık şiirin bünyesine de elbette ki yansıyacaktır. Türkçe'de savaş sözcüğünü hem muharebeye hem harbe karşılık kullanırsak, muharebeyle harp arasındaki ayrımı bilmez duruma düşmüş oluruz. Bu örneği vermemin sebebi, birbiri içinde olan şeyleri, geneli harp olan ve onun içinde yer alan bir durum olan muharebeyi aynı sözcükle karşılarsak, burada bir fukaralık kendiliğinden vardır.
Siz şiirlerinizde bu tür kelime ayıklamasından onun için kaçıyorsunuz.
Bunu benim kitap planımda sorarsanız, "Yazma" kitabımda, pek etki yoktu, çünkü ben o zaman İngiltere'deydim. Yani bu aşağı yukarı 46-50 arasıydı. Ama ondan önce, elbette Ankara içinde, o günkü geçer akçe şiir olan Orhan Veli'nin şiirine etkisi oldu. Ama ben 12 yaşımda falan şiire başladım. O zamanlar, aşağı yukarı ne oluyor, 38 dönemlerine rastlıyor. İlk başladığım zaman, etki yoktu gibi geliyor bana, yani ben bir nevi kendi yaşamımın çizgisi olarak şiir yazmaya başladım, yani bir bilgisizlik içinde. Ondan sonra Ankara'nın içinde elbette, Cahit'in etkisi oldu, Cahit Sıtkı'nın. Tanıştığım, okuduğum adamların etkisi oldu Ahmet Muhip'in. Evimize gelirdi, yakınıydım ben. Ahmet Muhip'i sevdim ilk bakışta. Bütün bunların etkisi dışında zannederim bir "Yazma" çıktı. O sıra bir yalnızlık, İngiltere'deydim. Okuduklarımı zannederim yarım okuyordum, Türkiye hasreti vardı. Bir mistik kitaptı. Ondan dolayı, hiç mistisizmle ilgisi olmayan o günkü şiirin ilk kitabım üzerinde pek etkisi olacağını sanmıyorum.
Ondan sonraki dönemlerde ne oldu?
Ondan sonraki dönemlerde, şöyle etki etmiş olabilir. Örneğin İkinci Yeni'nin benim için olumlu yanları vardır, bildiğim Avrupa şiirinin Türkiye'ye yansımış olması bakımından beni etkilemiş olabilir. Ve o değişiklikleri, şiirimizde organik değişiklikler olarak gördüğüm için elbette onlardan aldığım, esinlendiğim yanlar olmuştur. Ama genel olarak, bence İkinci Yeni yanlış bir tercüme harekatıydı. Bu yanlışlıktan arınması da epey süre aldı. Bu arada bir sürü şair kaynadı gibi geliyor bana.
Şair kaynadı dediniz. Kaynayanlar en çok hangi kuşak ya da akımdandı? Yoksa zayiatı en çok İkinci Yeni şairleri mi verdi?
İkinci Yeni'de, ortaya çıkanlardan bir sürü kayıp oldu. Ancak bunların içinden en dayanıklıları kalabildi. Arada tabii, şu bakımdan dialektik etkisi oldu. Moda olan şey moda olmayanı gölgeye düşürdüğünden ötürü, eskiden olumlu olan bir sürü şey de, boşa düştü. Tabii bunda tarihi olayların, içinde yaşadığımız tarihi dönemin etkisi de vardı elbet.
İkinci Yeni diye adlandırılan şiir, akımının gündemde olduğu zamanlarda 1940 şiiri pek etkin değildi. İkinci Yeni'nin hızlı devinimi 1940 kuşağına dönülme isteği mi uyandırdı? Genç kuşak için böyle bir diyalektikten de söz edilebilir mi?
Yeni nesli şöyle etkilemiş olabilir: Belki bir üslup ve şiir söyleyişi bakımından bir takım katkıları olmuş olabilir.
Katkıyı sadece biçimsel açı olarak sınırlayabilir, kısıtlayabilir miyiz?
Biçimsel bir katkı olmuş olabilir. Yalnız ben bir hayat tarzı olarak İkinci Yeni'nin Türk toplumuna çok bir şey getirdiği kanısında değilim. Biraz derkenar bir harekâttı.
Peki 1940 kuşağı konusunu biraz daha deşelim. 1940 kuşağı şiirinin, şiirinize ve toplumcu gerçekçi edebiyatımıza önemli oranda etkilerde bulunduğu kanısında mısınız? Üstelik o dönemde bu şiirin unutturulmak istendiği iddiaları var. Bu iddialar gerçek olabilir mi?
Valla, 1940 kuşağı genel olarak Nazım'a bağlı bir kuşaktır. Nazım ki Ekim Devrimi ile, İstiklal Harbi çıkışından köklenen şairdir: Bu ikisini yan yana getirebilen zaman birleşimi bakımından, bunu dile getirme bakımından, ayrı bir çıkış noktasıdır.
40 kuşağı ise, Nazım'dan köklenen fakat İkinci Dünya Harbi arifesi ve içi kuşağıdır. Burada çeşitlemeler olmuştur. Şairlerine göre. Kimisi Ahmet Arif'te olduğu gibi yerel yörel dil içinde bunu kullanmıştır. Kimi Nazım çizgisinde kullanmıştır. Kimi A.Kadir, Enver Gökçe gibi daha başka özellikleri ile donanma özenisiyle hareket etmişlerdir. Elbette Arif Barikat gibi arkadaşlar da bu işin
içindedir. Ama şöyle denilebilir: Orhan Veli ve arkadaşlarının çıkışı bu akımı biraz boşa düşürmüştür. Ama bu sonuna kadar bir haksızlık konusu değildir. Buradaki şairlerin kendi kabiliyetleri ve becerileri de söz konusudur. Hiçbir büyük şiir bir başka akımın gölgesi altına düştüğü için sonuna kadar bir haksızlığa uğramıştır diye kategorik hüküm ve yargı verilemez.
Divan şiirinden en çok sözü edilen dönem İkinci Yeni dönemi. Çoğunlukla ikisinin de biçimci bir şiir olduğu tezi ortaya atıldı, bu karşılaştırma sonucunda da arasında 'Çeşitli benzerlikler, paralellikler kurulmaya çalışıldı. Böylesine yüzeyde bir bağlantıyı kabul eder misiniz? Gelin soruyu biraz daha ayrıntıya indirelim. Divan şiiri sizce sadece biçimci bir şiir olarak tanımlanabilir mi?
Yoo... Tarihsel bünyedir. Tarihsel bünyenin kendine göre elbette dönemleri olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde yaşadığı dönemlerden, şiire yansıyan dönemlerdir bunlar. Bunun için de ayrıntıları ile Divan şiiri diye şiir tarihinin büyük bir parçası anlatıldığı zaman, bunun ayrıntılarına girmek gerekir. Bu bizim, içinde yaşadığımız kuşaklarca, iyi bilinmediğinden ötürü toptan, blok olarak alındı. Toplu suçlamaya ve toplu beğenmeye doğru gidildi. Ondan dolayı yanlıştı. Hiçbir eleştirmen -Nurullah Bey hariç- tarihi kategoriler içinde değerlendirmedi, Nurullah Bey kendi zevkine göre konuşan bir insandı. O da kendine göre haklı.
Ama bizim kuşaktan hiçbir yazar, şair, Divan edebiyatını, kendi içindeki çelişkiler, kendi içindeki bünye farklılıkları bakımından eleştirmiş değil. Onun için de, sözüm ona bu biçimselliği, sanki Orhan Veli şiirine karşı çıkmak için Divan edebiyatı ayrı bir ölçü içinde bütünmüş, blokmuş gibi ortaya sürüldü. Örneğin Attila İlhan da bu sefer Nazım şiirine aynı ayrıntıya girmeden karşı çıkardı. Halbuki işe biçimsel olarak bakıldığı zaman Nazım şiiri sesli şiirdi, yüksek sesle okunan şiirdi. Orhan Veli şiiri masada fısıltıyla okunan şiirdi. Ama İkinci Yeni de yine yüksek sesle okunmayan bir şiirdi. Dolayısıyla aralarındaki farklar bakımından, kesinlikleri ortaya koyucu, akım belirlemeleri yapılmadı.
Peki böyle bir şeyin kurulmayışı, şiir geleneğimizin zincirinde halka eksikliği yaratmıyor mu?
Yaratıyor. Boşluğa bir sürü şair düşüyor. Ondan sonra şu başlıyor, Derhal günceli arayan, kesin günceli arayan yiğitlemeler, söz konusu olmaya başlıyor. Ama bu yiğitlemeler toptan yanlıştır, demiyorum. Bunlardan da iyi şeyler çıkabilir. Ama yiğit olma, her şey olma, şair olma demek olmadığına göre, yiğitleme de bütün şiiri içine alan bir çıkış olmayacak. Pir Sultan Abdal da yiğitleme yazmıştır. Ama Pir Sultan bundan ibaret değildir.
Bir kesim genç şairleri okuduğumuzda aziz Can Yücel, genç kuşağın bu yiğitlemelerde bir tekdüzeliğe biçimde ve içerikte şematikliğe düştüğü görüşüne katılır mısınız? Şairi kişisellikten uzaklaştıran bir tavır, blok bir şiir ortaya çıkıyor. Ne dersiniz? Böyle bir şey var mı?
Buraya kapılanlar var. Yenileyin yeni bir kıpırtı da var. Bu kıpırtı şimdi anlatacağım olguya paralel bir kıpırtı sayılabilir. Hatta konuşmamın başında dilde sadeleşme, Türk Dil Kurumu harekatının yanlışına değinmiştik. Ama bu yanlışlık Türkiye çapında kentleşme sürecine paralel olarak, köyün kentle kaynaşması olayına yol açtı ve dilde hiç bir otoritenin, şimdiye kadar öngöremediği bir değişme söz konusu oldu. Yani Anadolu'nun çeşitli yörelerinden çeşitli bölgelerinden, kesimlerinden gelen insanlar aydın konumu içinde, konuşmaya başladılar. Ve bu konuşma, bizim romancı olarak, şair olarak, eleştirmen olarak, dilde hiçbir otoritenin öngörmediği bir çeşitlilik ve zenginlik getirmeye başladı. Şiirde oldu, zannederim romanda da olacak bu. Çeşitli yaşam ölçüleri bizim edebiyata girmeye başlıyor. Şiirde de böyle bu. O zaman köy romanı gibi, köyü standart mekan sayan ölçüler yerine, bu köy ve kent birliği içindeki mekiğin iyi dokunmasından başveren hız, şiirimize girmeye başlıyor. Bu, önümüzdeki dönem, zannederim bu sürecin daha belirgin olarak ortaya çıkma dönemi olacak.
Gelelim halk şiirine... Halk şiiri geleneğinden bugün ne ölçüde yararlanma olanağı var?
Benim gördüğüm kadar halk şiiri hiçbir zaman yöresel bir şiir olmamış. Yoğun mihrakları var, odakları var. Çukurova odağı gibi, Sivas, Ege, Rumeli odağı gibi. Bu odaklar çoğaltılabilir. Fakat genel olarak halk ozanı seyyar adamdır. Seyyar adam olduğu için yerelliğini kolay yitiren, hiç değilse yerelliğine, Osmanlı'nın, Anadolu'nun genelliğini katmasını bilen bir biçim ve anlam bünyesi içinde konuşur. Dolayısıyla halk şiirinin bugünkü yeri, bu geleneğin daha hızlanması anlamını taşıyacaktır. Çünkü mekik daha hızlı dokunmaya başladığına göre, kent-köy birliği daha hızlı iç içe geçmeğe başlayacağına göre, halk şiirinin bize bu bakımdan büyük yararı olabilir. Ben biçimler bakımından söylemiyorum. Koşmayı, maniyi biçimsel olarak değerlendirmiyorum. Ama anlam olarak, Türkiye köyünün kent üzerindeki ağırlığı büyümekte bugün. Kentleşme köyün kentleşmesi değil, aynı zamanda kentin, bir bakıma, köyleşmesi değişimini içinde taşıyor.
Mesela şöyle söyleyebiliriz. Bu günlerde yazılı sözlü edebiyat diye, Yaşar Kemal'in başlattığı bir tartışma var. Yaşar, kendi bakımından haklı, Yaşar bir meddah geleneği içinde konuşuyor. Ve Yaşar'ın yazılı edebiyat üzerinde sözlü edebiyatın önemini vurgulaması, kendi bakımından gayet haklı. Öyle olmayan yazarlarda bulunabilir. Mesela Melih Cevdet, hiçbir bakımdan uğraşı bu olan yazar değil. Ama bu meddah geleneği, Yaşar'a bir sürü şey katmıştır. Bir sürü şeyi de belki almıştır. Yaşar, meddahın uzun süreleri içinde konuşmayı öngörmektedir. Kendisi için. O kendisi bakımından haklıdır. Bu, bazı arkadaşlarımızın gördüğü anlamda bir roman anlayışına uygun olmayabilir. Ama, bu Yaşar'ın kendi özgünlüğü içinde, incelenmesi ve değerlendirilmesi gereken bir özelliktir. Bir hikaye anlattılar geçen gün: "Şeytan, kürt hamalını aldatma" için, sırtına binip gezeyim istemiş. Ben bir şarkı okuyacağım demiş sen de beni o süre içinde sırtında taşıyacaksın demiş. Sonra bitince sen beni taşırsın demiş. Binme sırası kürt hamalına gelince, o uzun hava okumaya başlamış. Şeytanın iflahı kesilinceye kadar. Yaşar'ın romanı da şeytanın sırtına binip uzun hava okumak gibidir.
Güncel dediniz. Habire tartışılıyor, bu kavram enine boyuna çekiştiriliyor. Günceli yazmaktan neyi anlıyorsunuz siz?
Güncel dediğimiz aslında içinde yaşadığımız, hayatta geçen olayların sanat eserine de alınması anlamına. Aktüel şeyler yani. Bence asıl önemli olan şey, şiire tarihsel anda yoğunluğu olan, olay haline getirmek. Güncel, bunun içinde, bir başlangıç noktasıdır. Şiir, bir dünya görüşünün, tarihsel an içine yerleştirilen ve kurulan olay demektir. Güncel bunun için sadece başlangıçtır. Güncelin üzerinde durma, bunun geneli içindeki yerini bulmak, için harcanan çaba olması gerekir. Yoksa politika ile şiir arasında hiç bir fark kalmaz. Ama öyle anlar olur ki, öyle değişim yoğunlukları olabilir ki, -politikayla şiirde de sanat da atbaşı gidebilir. Güncellikle tarihsellik yanyana gelebilir. Ama her anda, bu birleşim oluyor demek değildir. Öyle anlar vardır ki bu ikisi birbirinden kopabilir. Mayakovski en büyük örneğidir bunun. Ekim devriminde adam bu ikisini birleştirdiğinden ötürü, eski düzenin parçalanışıyla kozmik parçalayıcı yanyana gelmiştir. Ama bir süre sonra, devrim kendi düzenine girip bu parçalayıcılıklar, kuruculuklar sürecine girdiği anda bu birlik kopmuştur. Ve Mayakovski de ondan dolayı kendini berhava etmek zorunda kalmıştır.
Bizim edebiyatımızda da kurtuluş Savaşı'ndan sonra oluşan bir tür güncel şiirden söz edilebilir mi?
Bunun iki büyük örneği var. Bir olumsuz bir olumlu örnek. Mehmet Akif olumlu örneği. Behçet Kemal olumsuz.
Şiir tarihimizde bazı şairler çok değişime uğratmışlar şiir sanatlarını. Şiir dünyalarını rüzgârlı bir bayırda bırakmışlar, esintiler şiir güllerini o yana bu yana çevirmiş. Sizin şiirinizde böyle özü alıp götüren bir değişme yok. Temada da, edada da... Ama gelişme sözcüğünü rahatça kullanabilirim kullanayım mı? Bu yargı doğru olabilir mi?
Bir bakıma olabilir, bir bakıma olmayabilir. Bir bakıma olur çünkü, kesinlikler üzerine, fırlamalar üzerine hareket ettirdim şiirimi. Benim şiir duygunluğumu, geliştirme üzerine aldım. Ama yaşadığım hayatın değişmeleri, benim şiirimi etkiledi. Denilebilir ki T.S. Eliot'un dediği gibi, bir nevi nesnel karşılamaların elbette şiirimde-bu eleştirmenlerin vereceği yargıya bağlıdır.-Ya ileriye ya geriye dönük etkileri olmuştur. Ama tekelde ben bir şairin kendi bütünlüğü içinde zor değişeceği kanısındayım. Bu da sanırım büyük değişiklik geçirmiş gibi görünen şairlerde dahi iyi incelendiği zaman belirecektir. Belli bir metin eleştirmesi başlayınca görülecektir ki, aslında belli bir şiir çizgisi vardır. Belli bir şiir kişiliği vardır. Bu şiir kişiliği, kolay değiştirilecek bir şey değildir. Çünkü insan çocukluğuyla başlayan bir doğrultuda yürür. Dolayısıyla şurdan şuraya atlama şiir çok güçtür. Bir sürü -adı lazım değil- şairlerimizin değişmelerine dikkat edin. Bir böyle gider, bir öyle gider, sonunda işin muhasalasına, bütününe baktığı zaman, yine temelde aynı şairdir, aynı kişidir. Eğer kendine ihanet etmiyorsa. Gerçeği budur. Üslup meselesi değil yani. Picasso her zaman Picasso'dur.


ŞİİRLERİ


Can Yücel
Kayıp Çocuk
Erdal Doğan
"Ben 7 yaşında, 70 yaşında gibi hissettim kendimi. 70 yaşında da kendimi 7 yaşında gibi hissediyorum. Bundan dolayı iş karışık... Belli bir yaştan sonra insanda çocuklaşma demeyeyim de, dünyaya çocuk açısından, çocuk gibi bakma ihtiyacı doğuyor. Zaten bazı şeyler de ancak çocukça anlatılabilir geliyor bana." Bu sözler, Can Yücel'e ait. Çocukluk düşlerini bütün bir ömrüne yayan, çocuğun dokunarak öğrenmesi gibi hayata sürekli dokunmaktan kendini alıkoymayan, çocukça bir cesareti yüreğinde taşıyan Can Yücel'e...
"Kanserli ülke"nin kanserden ölen şairi ilk kitabı 'Yazma'yı, "özel bir teşebbüs halinde"de kalsa 1950'de yayınlar. Garip şiiri etkisinin gözlendiği 'Yazma'yla birlikte uzun bir süre ara verir, kitap oylumunda okur karşısına çıkmaya; 'Sevgi Duvarı' (1973) ve 'Bir Siyasinin Şiirleri' (1974) ile, doğrusu 'şaşırtıcı' bir dönüş yapar. Bu şaşırtıcılığı yirmi üç yıllık bekleyişin ardından günümüze değin sürer. "Çatal yürek" düştüğü türkülü yollarda on birinci şiir kitabına 'Seke Seke'yle ulaşır devamı da gelir. Can Yücel, okuru şaşırtmayı seven bir şairdir. Şiirin, her türlü birikimle birlikte aynı zamanda 'buluş'da olabileceğini hem kendi şiirlerinde hem de 'Türkçe söylediği' çeviri şiirlerinde gösterir. Onun şiiri üstüne yapılan çalışmalara dikkat ettiğinizde, 'şairin zekası'na vurgu yapmayan bir yazı göremezsiniz. Zekası, hayranlık uyandırır. Sözcüklerle yaptığı ustaca dansa değinilir, sürekli. Neresinden bakılırsa bakılsın şaşkınlık ve hayranlık, onun şiirine yaklaşımda kaçınılmazdır. Her hayranlığın uyandırdığı sevgi gibi Can Yücel şiiri de, okuyanı sevgiyle kuşatır. Aslında bu, "öfke ile sevgi arasında çırpınan bir çelişkinin" yansımasıdır. Böylesi bir çelişki içinde yaşadığını itiraf eder. "Şiirlerimle de, siyasamla da, bana enerji, akıl ve yaşama sevinci veren şey, öfkeyle sevincin çelişkisi", der. Can Yücel şiiri bu nedenle lirik ve bu nedenle de siyasaldır. Dünya görüşünü şiiriyle buluştururken, sokağın diliyle şiir arasındaki sınırları kaldırır. Türk şiirinde 'toplumcu şiir' anlayışının onunla birlikte yeni bir değişime tanık olduğunu, deyim yerindeyse, bu şiir anlayışına 'ince bir ayar çekildiğini' görürüz. Yeni söyleyişler dener; eleştirel söyleyişinin yanısıra argonun şiirlerinde belirgin bir yer edindiği izlenir. İronim bir kale inşa eder. Onun için sokak, ihmal edilmemesi gereken bir alana dönüşür. 'Şimdi'ye bütün bu parçaları birleştirerek yaklaşır. Şiirin güncel olana müdahale gücü Can Yücel'de kendini bulur. "Bütünselliğin dışında şiir yoktur. Hayat ve ölüm de bütündür. Şiir bu bütünden çıkan büyük çılgınlıktır. Çok ağır geçen hayatımızın içinde ironi, bütünselliği bozmayacak ana çaredir. Bir direnç kahkahasıdır. Bence kahkaha çiçekleri yaratmak Baudelaire'in 'Şer Çiçekleri'nden daha iyidir. Hiç olmazsa, kahkaha çiçeklerinden LSD yapılır."
Çağdaş yaşamın gizlenmiş gerçekliklerini, okurunu gülümsete gülümsete açığa çıkaran bir şiiri yazar Can Yücel. Öfke bastırılmıştır, sevinç bastırılmıştır ve insani olan birçok şey 'ayıp' sayılmıştır terbiyeli coğrafyamızda. O ise, "ne kadar kötü kokuyorsak o kadar iyi" diyebilmiş, gizlenen gerçeklikleri şiirinde harmanlarken, hayatın kederli yüzüne ayna tutmuştur. Son kitaplarına kadar, neredeyse başkalarının şiirlerini yazar sürekli. Onların öykülerini şiirle söyler. 'Öldükleri zaman' onlara şiir yazar. Ne kadar devrimci ise o kadar romantik bir şairdir. Sıkı sıkıya bağlıdır hayata. Orada incinir, orada sevinir, orada söver ve üzümü şaraba orada dönüştürür çünkü. Şiirinden ayrı düşünülemeyecek bir yaşam, yaşamından ayrı düşünülemeyecek bir şiir evreni kurar kendine. Yaşamını, en güzel şiiri olarak niteler. İnsana yabancı olmayanı arar. Hiçbir zaman umudunu kaybetmez. Ona göre insanla ilgili bütün gerçekler içinde bir mucize vardır. Bu, mucize umudu getirir. Bütün karmaşasına rağmen hayatı en yalın bir dille söyler, ama çok farklı anlam katmanları yükleyerek. Şiirin onu bulmasını beklemez, o şiirini bulur, hayat onu yeterince esinler. Esin kaynağını yoğun yaşamak ister, bu nedenle 'gün'e bağlıdır. Gün, yoğun yaşanmalıdır. Bu yoğunluk zaman kavramını da anlamlı kılar Can Yücel şiirinde.
Hasan Bülent Kahraman, şairin ölümünün ardından yazdığı yazıda (14 Ağustos 1999, Radikal gaz.), Can Yücel'in Türk şiirine üç şeyi öğrettiğine ve şiiri, 1940 kuşağının yapay halkçılığından kurtardığına değinirken bir ilke dikkat çekiyor: "Onu, ilk kez gerçekten sokağa çıkardı ve gündelikle buluşturdu. Hayata yabancı olmayan hiçbir şey şiire de yabancı olamazdı! Bu çaba, elbette onun dünya görüşü ve siyasal anlayışının bir uzantısıydı. İlginç bir şey deniyor ve siyasalın şiire bir yukarıdan bakışla, bir 'diskur'la değil, nesneye ve olaylara dokunarak girebileceğini öğretiyordu."
Kahraman'a göre "Yücel'in şiiri, bütün eylemci yanına karşın oldukça entelektüel ve Batılı bir şiirdi. Üstelik, gündeliği kuşatan şiir ne romantizme yabancı olmalıydı ne de ütopyaya. Kaldı ki, şiirin büyük kanavasını oluşturan devrim bizatihi hem romantik hem de ütopik bir kavramdı. Can Yücel şiiri dile açıyordu. Dilin dehlizlerine salıyordu onu. Sözü en çok somutlaştırdığı anda dahi şiir imgeden kopmamalıydı. Dilin karanlık ilişkileri, sözcüklerin karanlık yüzü ise doğrudan birer imge olabiliyordu. O zaman küfür ve argo şiirin 'can' damarıydı. Ayrıca dil ve söylem bir tavır ve duruşa tekabül ediyordu ki, bu siyasaldı. Hayata adanmış bir şiir ancak hayatı yaşama biçiminden çıkabilirdi. O nedenle: hayatı şiire şiiri hayata taşıyan Can Yücel'in tavrı şiir ve şiiri tavırdı." Belki de bu nedenle, Can Yücel şiiri, tüketilmesi güç bir şiirdir. Gerek tavrı, gerekse bütünlüğü koruyabilme yeteneği, onun şiir dilini kolay tüketilen bir dil olmaktan çıkarır. Çünkü bu şiirden ne imgeyi ne siyasal düşünceyi ne de argoyu eksiltebilirsiniz. Bunun sonucudur ki, şairin kaleminde günlük olan, pekala kalıcı da olabilir, zamana yayılabilir. Şiirlerinde imgenin gücü, çok sevdiği hayatı yeniden yaratmada ortaya çıkar, bir başka şairi, eski bir kenti yeniden diriltir, yıllar sonra da 'başka türlü bir şey' istemeyi sürdürür:
Yaldızdan bir ruhun cesediyim
Atina'dan bakıyor bana bir uskumru
W.B. Yeats gelmiş de sanki
Çözülmez harfler masasına
Eski Bizans'ı diriltiyoruz
On ikinci uzolarla uzaya doğru
Kara bir kedi ciddi köşeden
Sardunyalar uzuyor bulutlara bakarcasına
Can Yücel şiiri, elbette hayata adanmış bir şiirdir, hayatsa yalnızca kentten ibaret değildir. Yok saymadığı, gözardı etmediği bir kır dünyası vardır Yücel'in. Kır imgesinin barındırdığı zenginliğe kapalı tutmaz şiirini. Sardunyalarla, günebakanlarla, papatyalarla, turnalarla 'rengahenk' bir dünyayı karşımıza çıkarır. Günceli son derece önemseyen şairin, neredeyse hiçbir güncelliği kalmamış, unutulmuş, kaybolmuş çiçekleri, börtü böceği okuruyla tanıştırdığı bir dünyadır bu. İki kutba ayrılmış dünyalar arasında şaşırtıcı benzetmeler ve göndermelerden, belki de kır karşısında duyduğu şaşkınlık nedeniyle hiç vazgeçmez: "Bitkilerin nasıl çiftleştiğini seyrederken ağlıyorum... Derken, aklıma geliyor Güler'le ilk seviştiğimiz. Orda da ağladığımı gülerek hatırlıyorum."
'Seke Seke'... Can Yücel, ilk kez bu kitapla, daha çok kendi ölümü üzerine yoğunlaşır. Onun kır ya da 'doğa'yla yakaladığı mistik hava ilk şiirlerinde olduğu gibi son şiirlerinde de egemendir. Her ölüm gerçekten yalnızdır. Kendine ve kendinden sonra her türlü pisliğine rağmen o güzelim hayatı sürdürecek olan yeşillere, allara seslenir Bakış şiirinde adeta:
Aynada bakma yüzüme
Başkalarının gözlerinin içine bak
Köpeklerin gözlerine bak
Kedilerin gözlerine bak
Ne kadar masum
Ne kadar mahzun
Ama birden birebire rüzgâr esiyor
Sardunyalar açıyor
Kekikler kokuyor
Aynada bakma yüzüne
Ağaçların gözüne bak
Duvarların gözüne bak
Manavgat'a
Gözlerime gözlerime bak
Dünyanın gözlerine bak
Kendine aynada bakma
Sen öleceksin sonunda
Dünyanın gözleri kalacak
Kederlidir Can Yücel, ölecektir sonunda, fakat şiirlerinde yeşerttiği umut büyüktür, bu yüzden samimidir kendi ölümünde de. 'Yeni Yıl' şiirinde 'ölüm'ü masaya yatırır. Üstelik tartışır da. Nedir ki ölmek? Belki de "yok olmaktır bir ara". Çocuk sorular, ölüme yönelir, bulunan her yanıt yeni sorular doğurur. Ve kendi 'Cenaze Türküsü'nü yine kendisi söyler:
Kendi kendimi sakınıyorum
Sıkılıyorum
Ömür, uzun ömürlü bir kutu süt
Tezelden gitmeli bari
Kalafatsız bir kayık içre
Çaparide tutulmuş yetmişinci izmarit olarak
Bu kültabağına bastırılmak üzre.


















Buluşmak Üzere
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor-
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
Can Yücel












Hayatta Ben Ençok Babamı Sevdim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardanbitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici-hep, hepp acele işi!-
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40'ı geçerse ateş, çağ'rırlar İstanbul'a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ'mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy'nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Can Yücel






















Akdeniz Yaraşıyor Sana
Akdeniz yaraşıyor sana
Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun
Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında
Hiç dinmiyor motorların gürültüsü
Köpekler havlıyor uzaktan
Demin bir çocuk havladı
Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine
Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir
Denizi tokmaklıyor balıkçılar
Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak
O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği
Hayatta yattık dün gece
Üstümüzde meltem
Kekik kokuyor ellerim hala
Senle yatmadım sanki
Dağları dolaştım
Ben senden öğrendim deniz yazmayı
Elimden düşmüyor mavi kalem
Bir tirandil çıkar gibi sefere
Okula gidiyor öğretmenim
Ben de ardından açılıyorum
Bir poyraz çizip deftere
Bir ada var sırf ebabil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım günler
Gümüş bir çevre oldu ömrüm
Değince güneşine
Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını
Gözlerim kamaşınca senden
Ölüm belki sularından kaçırdığım
O loş suda yıkanmaktır
Durdukça yosundan yeşil
Kulaç attıkça mavi
Ben düzde sanırdım yıkıntım
Örenim alkolik asarım
Mutun doruğundaymışım meğer
Senle çıkınca anladım
Eski Yunan atları var hani
Yeleleri bükümlü
Gün inerken de öyle
Ağaçtan izdüşümleriyle
Yürüyor Balan tepeleri
Yürüyor bölük bölük can
Toplu bir güzelliğe doğru
Kadınım Yaraşıyorsun sen Akdenize
Can Yücel

Arsimed Archimedes

Archimedes ( .... - .... )

Roma generali Marcellus, Sirakuza'yı kuşattığında, Archimedes (M.Ö.287-212) adlı bir mühendisin yapmış olduğu silahlar nedeniyle şehri almakta çok zorlanmıştı. Bunların çoğu mekanik düzeneklerdi ve bazı bilimsel kurallardan ilham alınarak tasarlanmıştı. Örneğin, makaralar yardımıyla çok ağır taşlar burçlara kadar çıkarılıyor ve mancınıklarla çok uzaklara fırlatılıyordu. Hattâ Archimedes'in aynalar kullanmak suretiyle Roma donanmasını yaktığı da rivayet edilmektedir. Ancak bütün bunlara karşın M.Ö. 212 yılında Romalılar Sirakuza'yı zapt ettiler ve şehrin diğer ileri gelenleriyle birlikte Archimedes'i de öldürdüler. Söylendiğine göre, bu sırada Archimedes toprak üzerine çizdiği bir problemin çözümünü düşünüyormuş ve yanına yaklaşan Romalı bir askere oradan uzaklaşmasını ve kendisini rahat bırakmasını söylemiş; ancak asker Archimedes'e aldırmayarak hemen öldürmüş. Tarihin nadir olarak yetiştirdiği bu çok yetenekli bilim adamının öldürülüşü Romalı generali de çok üzmüş.
Archimedes hem bir fizikçi, hem bir matematikçi, hem de bir filozoftur. Gençliğinde bir süre İskenderiye'de bulunmuş, burada Eratosthenes ile arkadaş olmuş ve daha sonra da onunla mektuplaşmıştır. Archimedes'in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında bileşik makaralar, sonsuz vidalar, hidrolik vidalar ve yakan aynalar sayılabilir. Bunlara ilişkin eserler vermemiş, ancak matematiğin geometri alanına, fiziğin statik ve hidrostatik alanlarına önemli katkılarda bulunan pek çok eser bırakmıştır.
Geometriye yapmış olduğu en önemli katkılardan birisi, bir kürenin yüzölçümünün 4r2 ve hacminin ise 4/3 r3 eşit olduğunu kanıtlamasıdır. Bir dairenin alanının, tabanı bu dairenin çevresine ve yüksekliği ise yarıçapına eşit bir üçgenin alanına eşit olduğunu kanıtlayarak pi'nin değerinin 3 l/7 * 3 10/71 arasında bulunduğunu göstermiştir.
Archimedes'in en parlak matematik başarılarından biri de, eğri yüzeylerin alanlarını bulmak için bazı yöntemler geliştirmesidir. Bir parabol kesmesini dörtgenleştirirken sonsuz küçükler hesabına yaklaşmıştır. Sonsuz küçükler hesabı, bir alana tasavvur edilebilecek en küçük parçadan daha da küçük bir parçayı matematiksel olarak ekleyebilmektir. Bu hesabın çok büyük bir tarihî değeri vardır. Sonradan modern matematiğin gelişmesinin temelini oluşturmuş, Newton ve Leibniz'in bulduğu diferansiyel ve entegral hesap için iyi bir temel oluşturmuştur.
Archimedes Parabolün Dörtgenleştirilmesi adlı kitabında, tüketme metodu ile bir parabol kesmesinin alanının, aynı tabana ve yüksekliğe sahip bir üçgenin alanının 4/3'üne eşit olduğunu ispatlamıştır.
İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim adamı da Archimedes'dir. Bu prensiplerden bazıları şunlardır:
1. Eşit kollara asılmış eşit ağırlıklar dengede kalır.
2. Eşit olmayan ağırlıklar eşit olmayan kollarda aşağıdaki koşul sağlandığında dengede kalırlar: f . a = f1. b
Bu çalışmalarına dayanarak söylediği "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım." sözü yüzyıllardan beri dillerden düşmemiştir.
Archimedes, kendi adıyla tanınan sıvıların dengesi kanununu da bulmuştur. Söylendiğine göre, bir gün Kral İkinci Hieron yaptırmış olduğu altın tacın içine kuyumcunun gümüş karıştırdığından kuşkulanmış ve bu sorunun çözümünü Archimedes'e havale etmiş. Bir hayli düşünmüş olmasına rağmen sorunu bir türlü çözemeyen Archimedes, yıkanmak için bir hamama gittiğinde, hamam havuzunun içindeyken ağırlığının azaldığını hissetmiş ve "Buldum, buldum" diyerek hamamdan fırlamış. Acaba Archimedes'in bulduğu neydi? Su içine daldırılan bir cisim taşırdığı suyun ağırlığı kadar ağırlığından kaybediyordu ve taç için verilen altının taşırdığı su ile tacın taşırdığı su mukayese edilerek sorun çözülebilirdi.
Archimedes'in araştırmalarından önce, tahtanın yüzdüğü ama demirin battığı biliniyordu; ancak bunun nedeni açıklanamıyordu. Archimedes'in bu kanunu doğada tesadüflere yer olmadığını, her zaman aynı koşullarda aynı sonuçlara ulaşılacağını göstermiştir. Archimedes, yirmi üç yüzyıl önce, modern bilimsel yöntem anlayışına çok yakın bir anlayışla, bugün de geçerli olan statik ve hidrostatik kanunlarını bulmuş ve bu katkılarıyla bilim tarihinin en büyük üç kahramanından birisi olmaya hak kazanmıştır.

Ziya Gokalp

Ziya Gökalp (1876 - 1924)





Ünlü fikir adamı ve şairlerimizden olan Ziya Gökalp, 1876'da Diyarbakır'da doğdu. II. Meşrutiyet'ten başlayarak Türkçülük akımının en büyük temsilcisi sıfatıyla Türk düşünce ve siyaset hayatını kuvvetle etkilemiş, Milli Edebiyat akımı içinde verdiği eserlerle Türk edebiyatının biçim ve dil yönünden yenileşmesini sağlamıştır.

Öğrenimine Diyarbakır'da başlayan Ziya Gökalp, aynı şehirde Askeri Rüştiye'yi (1890) ve Askeri İdadi'yi bitirdi (1894). Ziya Gökalp, tıbbiyelilerin istibdata son vermek için kurdukları İhtilal Komitesine girmiş, okuldaki faaliyetleri ve okuduğu Fransızca kitapların zararlı sayılması yüzünden hapsedilmiştir. Diyarbakır Valisi Halit Bey'in yolsuzluklarına karşı mücadeleye girişen arkadaşlarıyla birlikte yasak yayın okudukları gerekçesiyle tutuklandı (1898). İstanbul'a döndükten sonra da okuldan uzaklaştırıldı.

Ziya Gökalp, hükümlülük süresi dolunca "Zaptiye Nezareti altında bulundurulmak üzere" Diyarbakır'a gönderildi. Burada Siyaset, felsefe ve tarih üstüne incelemeler yaparken, istibdat aleyhine gizli faaliyetlere de katıldı. Bölgede güvenliği sağlamak için kurulmuş Hamidiye alaylarının başındaki Milli aşiret reisi İbrahim Paşa'nın adının karıştığı soygun ve baskın olayları karşısında halkı direnmeğe ve eyleme yöneltti. Halk 3 gün süreyle telgrafhaneyi işgal etti (1905). İbrahim Paşa ve adamlarının cezalandırılması için saraya telgraflar çekildi. Üstelik, Avrupa ve Asya ülkeleri arasındaki haberleşmenin bağlantı noktası olan Diyarbakır telgrafhanesinin bu bağlantıyı kesmesi olayın daha da büyümesine yol açmış ve yabancı ülkeler saraya baskı yapmaya başlamıştı. Konuyu incelemek üzere İstanbul'dan Diyarbakır'a gönderilen soruşturma kurulu Hamidiye alaylarının bir süre sinmesini ve yolsuzluklara son vermesini sağladı. Ancak halkın yakınmasına yol açan yeni olaylar patlak verince, Ziya Gökalp ve arkadaşlarının önderliğinde halk yeniden telgrafhaneyi ele geçirdi. 11 gün süren bu ikinci işgal halkın kesin zaferiyle sonuçlanmış, hükümet İbrahim Paşa ve alaylarını bölgeden uzaklaştırmak zorunda kalmıştır (1907). Gökalp, ilk eseri olan Şaki İbrahim destanında bu olayı anlatır.

II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Ziya Gökalp'ın kurduğu gizli cemiyetin yerini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Diyarbakır Şubesi aldı. Partinin Diyarbakır, Van ve Bitlis örgütlerinin denetimiyle görevlendirilen Ziya Gökalp, bu dönemde Diyarbakır ve Peyman gazetelerine yazıyordu. 1909'da partinin Selanik'teki kongresine il temsilcisi olarak katıldı. Bir yıl İstanbul Darülfünunda psikoloji okuttuktan ve Diyarbakır maarif müfettişliği yaptıktan sonra, yeniden Selanik'e gitti. Katıldığı parti kongresinden sonra genel merkez üyeliğine seçildi. Burada Genç Kalemler, Yeni Felsefe, Rumeli gibi dergi ve gazetelerdeki yazılarıyla Türkçülük ve dilde sadeleşme hareketlerinin öncüleri arasında yer alan Gökalp, milli duyguları, tarih bilincini, bilime ve tekniğe değer veren düşünceyi her şeyin üstünde tutan şiirleriyle çevresini geniş ölçüde etkiliyordu. İttihat ve Terakki Genel Merkezi İstanbul'a taşınınca (1912), Gökalp da İstanbul'a yerleşti. O yıl Ergani madeninden Milletvekili seçildi.

Türk Ocağı çevresindeki çalışmaları, Türk Yurdu ve kendi çıkardığı Yeni Mecmua (1917) gibi dergilerdeki yazıları, Türkçülük akımının ilkelerini saptayan ve çağdaş uygarlık karşısında yerli bir senteze varılmasını şart koşan önerileri (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak 1918), Darülfünun'da okuttuğu toplumbilim dersleri, İttihat ve Terakki'nin yönetici kadrosu üzerindeki etkisiyle Ziya Gökalp, Mütarekeye (1919) kadar uzanan dönemin düşünce ve siyaset hayatına yön veren etkenlerin başında yer aldı. İstanbul'un işgali üzerine tutuklanarak iki yıl Malta'da sürgün kaldı (1919-1921). Döndükten sonra, Uelif ve Tercüme Heyeti başkanlığına getirileceği tarihe (1923) kadar Diyarbakır'da kaldı ve küçük Mecmuayı yayımladı.

1923'te Diyarbakır'dan milletvekili seçildi. Hakimiyeti Milliye, Yeni Gün, Cumhuriyet gazetelerinde makaleleri çıkıyordu. Altın ışık (1923), Türkçülüğün Esasları (1923), Türk Töresi (1923) gibi kitapları birbirini izliyordu. Cumhuriyet Halk Partisinin programını inceleyen ve yorumunu yapan Doğru Yol (1923) adlı incelemesini de yine bu dönemde kaleme aldı. O sıralar yazdığı Türk Medeniyet Tarihi ise ölümünden sonra yayımlandı (1926). Yine ölümünden sonra çeşitli gazete ve dergilerde çıkmış yazılarıyla mektupları çeşitli kitaplarda derlendi. Çınaraltı (1939), Fırka Nedir? (1947), Ziya Gökalp Diyor ki (1950). Ziya Gökalp'ın neşredilmemiş yedi eseri ve aile mektupları (1956), Ziya Gökalp'ın Yazarlık Hayatı (1956), Ziya Gökalp Külliyatı (1. Kitap şiirler ve halk masalları;1952, 2. kitap Limni ve Malta Mektupları;1965), Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri (1973). 1924'te İstanbul'da öldü.

NECiP FAZIL

26 Mayıs 1905'da doğdu. Maraş'lı bir soydan gelen Necip Fazıl'ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'ta ki konağında geçti. İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki), İbrahim Aşkı gibi isimler vardı.


İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris'te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı(1939-43). Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.


Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı. Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü


Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. Bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazıl' ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır.


Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir. Haftalık Ağaç dergisi(1936, 17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi, Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferanslarla büyük ilgi topladı.


1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır.

Yunus Emre


Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk'ün İslam'a bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koyan Yunus Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır. Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamış bir gönül adamıdır. Bazı kaynaklarda Anadolu'ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi. Batı Anadolu'nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden "makam" adı verilen yer vardır. Bir garip öldü diyeler Üç gün sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin diyen Yunus, belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir. Türkiye'nin pek çok yerinde Yunus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanabilir: Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; Karaman'da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; Erzurum, Duzcu köyü; Isparta'nın Keçiborlu ilçesi civarı; Aksaray; Afyon'un Sandıklı ilçesi; Ordu'nun Ünye ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Görüldüğü gibi sayı ve iddia hayli kabarıktır. Bazı belgeler, Yunus Emre'nin asıl mezarının Karaman veya Sarıköy'de olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, 1970'li yılların başında Sarıköy'deki mezarın Yunus'a ait olduğuna kesin gözüyle bakılarak bu köye Yunus Emre adı verildi ve oradaki bir bahçe içine anıt dikildi. 1980'li yıllarda ise, 1350'de yapılmış olan Karaman'daki Yunus Emre Camii'nin yanındaki mezarın onun gerçek mezarı olduğu iddia edildi. Aslında bu durum, Yunus Emre'nin Türkler tarafından ne kadar sevildiği ve benimsendiğinin çarpıcı bir örneğidir. Gerçekten de halktan biri olan Yunus Emre, halkın değer, duygu ve düşüncelerini dile getirişi itibariyle tarihimizin en halkla barışık aydınlarından biri olma özelliğine sahiptir. Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre'nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur. Mısralarında didaktik ahlak telkinlerinde bulunan Yunus Emre, "gönül kırmamak" konusuna ayrı bir önem verir ve "üstün bir değer" olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler. Bu arada Yunus Emre'yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır. "Din tamam olunca doğar muhabbet" diyen Yunus, İslam'ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder. Yunus'un sanat anlayışı, dini ve milli değerleri bağdaştırdığı mısralarında kendini gösterir; millileşen tasavvufa, Türkçe'nin en güzel ve en güçlü özelliklerini kullanarak tercüman olur. Gerçekten de 11,12 ve 13. asırlarda Türkistan ve Anadolu Türkleri arasında çok yayılan tasavvufun Türk şairleri arasında iki büyük sözcüsü vardır: Türkistan'da Ahmet Yesevi, Anadolu'da Yunus Emre... Yunus Emre'nin tasavvuf anlayışında dervişlik olgunluktur, aşktır; Allah katında kabul görmektir; nefsini yenmek, iradeyi eritmektir; kavgaya, nifaka, gösterişe, hamlığa, riyaya, düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır. Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir. Bu anlamda Mevlana'nın bir benzeridir. O'nun Mevlana kadar çok tanınmayışı ise, bir yandan kullandığı dil olan Türkçe'nin Batı'da Farsça kadar bilinmemesi, öte yandan da Türk aydınlarının O'nu ihmal etmesindendir. Yunus'taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş "sevgi felsefesi"nin bir parçası ve hatta sonucudur. Nitekim Yunus'un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi "Yaradılanı hoş gör / Yaradan'dan ötürü"dür. Yunus Emre'ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah'tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar. Yaşadığı çağın gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda Yunus'un bir başka önemli tarafı ortaya çıkar: Yunus Emre, hükümetsizlik içinde çalkalanan ve Moğol istilaları ile mahvolan Anadolu topraklarında ortaya çıkan sapık batınî cereyanların hiçbirine kapılmadığı gibi, bu akımların Türklerin bütünlüğüne zarar vermesi tehlikesi karşısında da engelleyici bir rol üstlenmiştir. Bu bakımdan bakıldığında Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu, hem de milli birliğin önemli tutkallarından biridir. Yunus Emre, kelimenin tam anlamıyla "milli bir sanatçı"dır. Tıpkı, Nasrettin Hoca, Köroğlu, Dadaloğlu veya Karacaoğlan gibi... Yunus Emre'nin şiirlerinde en fazla işlenmiş temalar; İlahi aşk, Din, Ahlak, Gurbet, Tabiat, Ölüm ve faniliktir.

El-Biruni

El-Biruni (973 - 1051)


Yaşadığı çağa damgasını vurup " Biruni Asrı" denmesine sebep olan zekâ harikası bilgin 973 yılında Harizm'in merkezi Kâs'ta doğdu. Esas adı Ebû Reyhan b. Muhammed'dir. Küçük yaşta babasını kaybetti. Annesi onu zor şartlarda, odunsatarak büyüttü. Daha çocuk yaşta araştırmacı bir ruha sahipti. Birçok kOnuyu öğrenmek için çılgınca hırs gösteriyordu. Tahsil çağına girdiğinde Hârizmşahların himayesine alındı ve saray terbiyesiyle yetişmesine özen gösterildi. Bu aileden bilhassa Mansur, Bîrûnî'nin en iyi bir eğitim alması için her imkânı sağladı.

Bu arada İbni Irak ve Abdüssamed b. Hakîm'den de dersler alan bilginimizin öğrenimi uzun sürmedi, daha çok özel çabalarıyla kendisini yetiştirdi. Araştırmacı ruhu, öğrenme hırsı ve sönmeyen azmiyle birleşince 17 yaşında eser vermeye başladı. Fakat Me'mûnîlerin Kâs'ı alıp Hârizmşahları tarihten silmeleriyle Bîrûnî'nin huzuru kaçtı, sıkıntılar başladı ve Kâs'ı terketmek zorunda kaldı. Ancak iki yıl sonra tekrar döndüğünde ünlü bilgin Ebü'lVefâ ile buluşup rasat çalışmaları yaptı. Daha sonra hükümdar Ebü'lAbbas, sarayında Bîrûnî'ye bir daire tahsisedip, müşavir ve vezir olarak görevlendirdi. Bu durum, hükümdarların ilme duydukları derin saygının göstergesi, bilginimizin de devlet başkanları yanındaki yüksek itibarının belgesiydi.

Gazneli Mahmud Hindistan'ı alınca hocalarıyla Bîrûnî'yi de oraya götürdü. Zira onun yanında da itibarı çok yüksekti. "Bîrûnî, sarayımızın en değerli hazinesidir' derdi. Bu yüzden tedbirli hünkâr, liyakatını bildiği Bîrûnî'yi Hazine Genel Müdürlüğü'ne tayin etti .O da orada Hint dil ve kültürünü bütünüyle inceledi. Üstün dehasıyla kısa sürede Hintli bilginler üzerinde şaşkınlık ve hayranlık uyandırdı. Kendisine sağlanan siyasî ve ilmî araştırmalarına devam etti. Bir devre adını veren, çağını aşan ilmî hayatının zirvesine erişti. Sultan Mes'ud, kendisine ithaf ettiği Kanunu Mes'ûdî adlı eseri için Bîrûnî'ye bir fil yükü gümüş para vermişse de o, bu hediyeyi almadı.

Son eseri olan Kitabü's Saydele fi't Tıb'bı yazdığında 80 yaşını geçmişti. Üstad diye saygıyla yâd edilen yalnız İslâm âleminin değil, tüm dünyada çağının en büyük bilgini olan Bîrûnî, 1051 yılında Gazne'de hayata gözlerini yumdu.

Bîrûnî, "Elinden kalem düşmeyen, gözü kitaptan ayrılmayan, iman dolu kalbi tefekkürden dûr olmayan, benzeri her asırda görülmeyen bilginler bilgini bir dâhiydi. Arapça, Farsça, Ibrânîce, Rumca, Süryânice, Yunanca ve Çinçe gibi daha birçok lisan biliyordu. Matematik, Astronomi, Geometri, Fizik, Kimya, Tıp, Eczacılık, Tarih, Coğrafya, Filoloji, Etnoloji, Jeoloji, Dinler ve Mezhepler Tarihi gibi 30 kadar ilim dalında çalışmalar yaptı, eserler verdi.

Onun tabiat ilimleriyle yakından ilgilenmesi, Allah'ın kevnî âyetlerini anlamak, kâinatın yapı ve düzeninden Allah'a ulaşmak, Onu yüceltmek gâyesine yönelikti. Eserlerinde çok defa Kur ân âyetlerine başvurur, onların çeşitli ilimler açısından yorumlanmasını amaçlardı. Kurân'ın belâğat ve i'cazına olan hayranlığını her vesileyle dile getirdi. İlmî kaynaklara dayanma, deney ve tecrübeyle ispat etme şartını ilk defa o ileri sürdü.

İbni Sinâ'yla yaptığı karşılıklı yazışmalarındaki ilmî metod ve yorumları, günümüzde yazılmış gibi tazeliğini halen korumaktadır. Tahkîk ve Kanûnı Mes'ûdî adlı eserleriyle trigonometri konusunda bugünkü ilmî seviyeye tâ o günden, ulaştıgı açıkça görülür. Bu eser astronomi alanında zengin ve ciddî bir araştırma âbidesi olarak tarihe mal olmuştur. İlmiyle dine hizmetten mutluluk duymaktadır.

Gazne'de kıbleyi tam olarak tespit etmesi ve kıblenin tayini için geliştirdiği matematik yöntemi dolayısıyla kıyamet günü Rabb'inden sevap ummaktadır. Ayın, güneşin ve dünyanın hareketleri, güneş tutulması anında ulaşan hadiseler üzerine verdiği bilgi ve yaptığı rasatlarda, çağdaş tespitlere uygun neticeler elde etti. Bu çalışmalarıyla yer ölçüsü ilminin temellerini sekiz asır önce attı. Israrlı çabaları sonunda yerin çapını ölçmeyi başardı. Dünyanın çapının ölçülmesiyle ilgili görüşü, günümüz matematik ölçülerine tıpatıp uymaktadır. Avrupa'da buna BÎRÛNI KURALI denmektedir.

Newton ve Fransız Piscard yaptıkları hesaplama sonucu ekvatoru 25.000 mil olarak bulmuşlardır. Halbuki bu ölçüyü Bîrûnî, onlardan tam 700 yıl önce Pakistan'da bulmuştu. O çağda Batılılardan ne kadar da ilerideymişiz.

Biruni, hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, Sultan Mes'ud'un gözünü tedavi etmişti. Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi. Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir.

Daha o çağda Ümit Burnu'nun varlığından söz etmiş, Kuzey Asya ve Kuzey Avrupa'dan geniş bilgiler vermişti. Christof Coloumb'dan beş asır önce Amerika kıtasından, Japonya'nın varlığından ilk defa sözeden O'dur.

Dünyanın yuvarlak ve dönmekte olduğunu, yerçekimin varlığını Newton'dan asırlarca önce ortaya koydu. Henüz çağımızda sözü edilebilen karaların kuzeye doğru kayma fikrini 9.5 asır önce dile getirdi.

Botanikle ilgilendi, geometriyi botaniğe uyguladı. Bitki ve hayvanlarda üreme konularına eğildi. Kuşlarla ilgili çok orjinal tespitler yaptı. Tarihle ilgilendi. Gazneli Mahmud, Sebüktekin ve Harzem'in tarihlerini yazdı. Bîrûnî, ayrıca dinler tarihi konusuna eğildi, ona birçok yenilik getirdi. Çağından dokuz asır sonra ancak ayrı bir ilim haline gelebilen Mukayeseli Dinler Tarihi, kurucusu sayılan Bîrûnî'ye çok şey borçludur.

Bîrûnî, felsefeyle de ilgilendi. Ama felsefenin dumanlı havasında boğulup kalmadı. Meseleleri doğrudan Allah'a dayandırdı. Tabiat olaylarından sözederken, onlardaki hikmetin sahibini gösterdi. Eşyaya ve cisimlere takılıp kalmadı.

Bîrûnî, Cebir, Geometri ve Cografya konularında bile o konuyla ilgili bir âyet zikretmiş, âyette bahsi geçen konunun yorumlarını yapmış, ilimle dini birleştirmiş, fennî ilimlerle ilahî bilgilere daha iyi nüfuz edileceğini söylemiş, ilim öğrenmekten kastın hakkı ve hakikatı bulmak olduğunu dile getirmiş ve "Anlattıklarım arasında gerçek dışı olanlar varsa Allah'a tövbe ederim. Razı olacağı şeylere sarılmak hususunda Allah'tan yardım dilerim. Bâtıl şeylerden korunmak için de Allah'tan hidayet isterim. İyilik O'nun elindedir!" demiştir.

Eserleri halen Batı bilim dünyasında kaynak eser olarak kullanılmaktadır. Türk Tarih Kurumu 68. sayısını Bîrûnî'ye Armağan adıyla bilginimize tahsis etti. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Bîrûnî'yi anmak için sempozyumlar, kongreler düzenlendi, pullar bastırıldı. UNESCO'nun 25 dilde çıkardığı Conrier Dergisi 1974 Haziran sayısını Bîrûnî'ye ayırdı. Kapak fotoğrafının altına, "1000 yıl önce Orta Asya'da yaşayan evrensel dehâ Bîrûnî; Astronom, Tarihçi, Botanikçi, Eczacılık uzmanı Jeolog, Şair, Mütefekkir, Matematikçi, Coğrafyacı ve Hümanist" diye yazılarak tanıtıldı.

ibn-i Sina

İBN-İ SİNA: Dünya Tıbbına Yön Veren Tabip

Bilim ve tabâbet dünyasının semasında bir güneş gibi parlayan Müslüman Türk bilgini İbn-i Sînâ (980-1037), Buhârâ´ya bağlı Afşan’da doğdu. O, tarihin en büyük tıp allâmesidir. Esas adı Ebû Ali el Hüseyin, babası Abdullah bin Sinan, annesi Sitare Hanım´dır. Tahsil çağına geldiğinde birçok bilim dalında bilgi sahibi olmuş, edebiyat ilimlerini iyice kavramıştı. 18 yaşına kadar ara vermeden çalıştı. Çağının bütün ilimlerini nasıl elde ettiğini kendisinden dinleyelim:

5-6 yaşlarımda babamla Buhâra´ya geldik. 10 yaşımda Kur’ân’ın hıfzını bitirdim. Daha sonra muhtelif hocalardan fıkıh, kelâm ve matematik okudum. O yıllarda Buhârâ´ya "Nâtilî" adında bir bilgin gelmişti. Babam bu zâtı evimize dâvet etti. Ondan felsefe ve matematik öğrendim. Bu arada tıp da öğreniyor, nazarî bilgimi hastalar üzerinde incelemelerle tamamlıyordum. Kitap okumaktan çok deney ve gözlemlerden faydalandım. 18
yaşıma kadar bu şekilde ara vermeden çalıştım. Geceleri de okumak ve yazmakla meşgul oluyordum. Uyku bastıracak olsa bir bardak birşey içer, uykuyu dağıtırdım. Çok defa uyandığımda, önceden halledemediğim bazı şeylerin uykuda halledilmiş olduğunu görürdüm.

Daha sonra metafizikle uğraşmaya başladım. Bu konuda Aristo’nun kitabını belki kırk defa okudum ama anlamadım; ümitsizliğe düştüm. Bir gün açık artırmayla bir kitap satılıyordu. Dellâl bu eseri almamı tavsiye etti. Bu, Fârâbî’nin bir türlü çözemediğim metafizikle ilgili kitabıydı. Almak istemedim. Dellâl, almam için ısrar etti. Aldım; eve gelip okuyunca o güne kadar bir türlü anlayamadığım metafiziği tamamen kavradım. Buna çok sevindim; Allah’a (cc) şükredip secdeye kapandım, fakirlere sadaka dağıttım.

İlim dünyasının şeyhi, yani "üstad"ı olan İbni Sînâ, Batı ansiklopedi sözlüklerinde "tabipler sultanı" diye tanıtılır. Ünlü bilgin, hasta Buhârâ hükümdarı Mansur´u tedâvi edince, hükümdar onu saray kütüphanesi müdürlüğüne tayin etti. Orada değerli kitaplardan faydalandı. Neticede ilimde, tecrübede zirveleri tuttu. Sâmânîler yıkılınca Harzemîlerin himayesine girdi.

Daha sonra şifâ arayan Hemedan emirini tedâvi etti, hükümdar da onu vezir yaptı. Fakat askerî icraatını tenkit ettiği için hapsedildi, evi yağmalandı ve öldürülmek istendi. O da bir fırsatta kaçıp eczacı bir dostunun evinde saklandı. Gizlice kaçmak isterken yakalanıp tekrar hapse alındı. Aylar süren hapis hayatında en meşhur eserleri Kanun fi’t-Tıb’bın birinci cildiyle, "El-Hidâye fi’l-Hikme"sini yazdı.

Sonra tebdil-i kıyafetle İsfehan’a kaçtı. Orada Büveyhî emiri Adüddevle’nin yanında çok îtibar gördü ve sarayda yapılan bilginler toplantısının yöneticiliğine getirildi. Bunca sıkıntılara rağmen ilmin hemen her dalında âbide eserler verdi. Halbuki bu ilimlerin yalnız bir tanesi bile insan ömrünü dolduracak mahiyettedir. Şaşırtıcı ve hayret vericidir.

Ünlü bilgin anlamakta zorlandığı metafizik konularda kendisine yardımcı olması için Yüce Allah’a (cc) dua ederdi. Karşılaştığı bir güçlüğü yendiği zaman da Mevlâ´ya şükrünü ifade etmek üzere secdelere kapanıyor, namaz kılıyor ve sadakalar dağıtıyordu. Çalışmalarında gözlem ve deneylere önem verirdi. İlmin enginliği ve sonsuzluğu konusundaki şu sözü meşhurdur:

"Bildim ve anladım ki, hiçbir şey bilinmemiş ve hiçbir şey anlaşılmamıştır."

İlmî Keşifleri

Tıp tarihi, nice hastalığın teşhis metodunu İbn-i Sînâ’ya borçludur. Kanın vücutta gıda taşıyıcı olduğu, kan dolaşımı, kalbin karıncık ve kapakçık sistemi, şeker hastalığında idrardaki şeker tespiti... Ameliyatlarda şiddetli ağrıları dindirmek için afyon ve sâir maddelerden uyuşturucu ilaç elde edilmesi, bağırsak parazitinden meydana
gelen hastalığın keşfi... O gün adı dahi bilinmeyen gaz bombalarından korunma yollarının bulunması gibi birçok keşifler yapmış ve ilim dünyasına öncülük etmiştir.

Suda ve havada bulaşıcı hastalıkları yayan küçük organizmalar bulunduğu teorisini ortaya atan; bel kemiğine ait düzensiz teşekküllerin düzeltilmesi ve cıvayla tedâvi usûlünü ortaya koyan; havayı zararlı maddelerden temizleme fikrini Pastör’den çok önce bulan; içme sularını temizleme, ilk filtre fikri, suyun mikroplardan arıtılması için imbikten geçirme, kaynatma gibi modern usûlü ilk defa uygulayan İbn-i Sînâ’dır.

İbn-i Sînâ, çağımızdan 9 asır önce dağ ve taşların teşekkülünü izah etmiş, çağının çok ilerisinde, jeoloji konusunda buluşlar yapmış ve "jeolojinin babası" unvanını almıştır. Tıbbı ilmî temeller üzerine oturttu. Yüz felcinin merkezî ve mahallî sebeplerini belirtti, damar içi şırınga ve buz torbasını ilk o uyguladı. Bugün Batı eczacılığına mal edilen 780 ilacı "Kanun" adlı eserinde tespit etmiş, ilaçla tedâvinin rûhî tedaviyle desteklenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. "Biz en iyi tedâvinin hastanın zihnî ve rûhî kuvvetlerini takviye eden, cesaretini artıran, muhitini güzel ve hoşa giden tarzda tertipleyen, müzik dinleten, onu sevdiği kimselerle bir araya getiren tedâvi şekli olduğunu düşünmeye mecburuz" demektedir.

İbn-i Sînâ’ya göre doktorluk: Hayatın normal akışını köstekleyen bir engeli ortadan kaldırmadır. Hekimlik: Sıhhati koruma ve kaybolduğunda onu bulma sanatıdır. Tıp ilmi: İnsan vücudunun sağlık ve hastalığını konu alan; sağlığın devamı, hastalığın tedavisi için uygun metotlar uygulayan bir ilimdir. İbn-i Sînâ çok dindar ve cömert bir bilgindi; bütün varını Hak yoluna sarfederdi. Buna rağmen ömrünü, kâh ilmin kadrini bilen Sâmânî hükümdarları sarayında, kâh düşürüldüğü hapishânelerde, kâh dostlarının evinde saklanarak geçirdi.

Nihayet çileli hayatının en verimli çağı 57 yaşında vefat etti. Tabipler pîrinin kısacık hayatında birbirinden farklı bilim dallarında, her biri o bilim tarihinde bir dönüm noktası olacak muazzam eserleri hayatına nasıl sığdırdığı akılları zorlayan bir sorudur.

Eserleri

İbn-i Sînâ’nın kitapları 8 asır Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuldu. Ama bunları ya devletin yoğun işleri arasında, ya hapishanenin gam yüklü gün ve gecelerinde yazıldı.

Kanun Fi’t-Tıb: 1 milyon kelimelik 5 ciltli dev bir tıp ansiklopedisidir. Tıpla ilgili hemen her konuda yeterli bilgi vermiştir. Bu yüzden dünya tıp eğitimine asırlarca hâkim oldu. Kanun’daki tıbbî bilgilerin çoğu bugün de geçerliliğini korumaktadır.

Batı’da "tıbbın İncil’i" diye şöhret bulan Kanun, Lâtin’ceye tercüme edilmiş ve kırka yakın baskısı yapılmıştır. Eser hakkında Sigrid Hunke şöyle demiştir: "İslâm tabâbetinin en meşhur eserleri bizzat Sultânî Kitap´la büyük âlimlerin kitapları, İbn-i Sînâ’nın Kanun´u önünde solarlar. Onun bu eseri Doğu ve Batı´da asırlar boyu tıp tarihinde benzerine rastlanmaz derecede muazzam tesir meydana getirdi" der. 12. asırda Lâtince´ye tercüme edilen Kânun, Galen´i devirdi, Râzî’yi tahtından indirdi. 17. asrın sonlarına kadar Monpiller ve Louvain üniversitelerinde okutulan mecbûrî ders kitabı oldu. Defalarca Batı dillerine çevrilen ve dünyada en çok okutulan tıp kitabıdır.

Eş-şifâ: İbn-i Sînâ’nın en büyük ve en sistemli eseridir. Mantık, fizik, metafizik, ilahiyat, ekonomi, siyaset ve mûsikîden bahseden 18 ciltlik muazzam bir eserdir.

Kanun: Bedenî ve ruhî hastalıkları tedavî ve şifa kitabıdır. Kanun da Şifa gibi asırlar boyu Batı´da ders kitabı olarak okutuldu.

El-Hidâye fi’l-Hikme: Metafizik, tabiî ilimler ve mantıktan bahseder. En çok şerhi yazılan eserlerdendir.

El-İşârât ve’t-Tembîhât: Tabipler pîrinin hayatının sonlarına doğru felsefî sisteminde yaptığı düzeltmelere yer verir.

Sağlığı Korumakla İlgili Sözleri

* Her hastalığı yapan bir kurttur. Yazık ki onu görecek elimizde âlet yoktur. (Mikroskop)

* Hazmolunmadan önce yenen yemek üzerine tekrar yemek yemekten sakın!

* Çok gerekli olmadıkça ilaç kullanma!

* Bütün hastalıklar esasen yenilen ve içilen şeylerden ileri gelmektedir.

Bilim dünyasının faydalanacağı, eskimeyen, pörsümeyen eserleriyle hâlâ gönüllerde yaşamakta olan bu dâhî bilginin kitapları, yeni araştırmacı bilginler beklemektedir. Çünkü hâlâ ondan öğreneceğimiz çok şey var.

Nice keşiflerde ve ilimlerin temelinde imzası bulunan İbn-i Sînâ’ya okul programlarında yeterince yer verilmesi, genç neslin ecdâdını tanımasına ve özüne güven duygusuyla ileriye adım atmasına vesile olacaktır.

 
eXTReMe Tracker